“SU”YU GÖRÜNCE

Anaç tavuğun altına, kuluçkalık yumurtalar koydular; tavuk, hindi, ördek yumurtaları..
Tam-tamına, yirmi bir gün sürdü anaç tavuğun sabır çilesi. Sıcaklığından, sıcaklık verdi, ısıttı kendisine emanet edilen yumurtaları. Yem ve tuvalet ihtiyacı dışında fasılasız yirmi bir gün boyunca, yaratanının, anaç yüreğine koyduğu fıtrî sevk-i tabiî ile nöbetini aksatmadı…
Vakit geldiğinde bir-bir, kabuklarını kırıp yumurtalarından çıkmaya başladı civcivler: Tavuk, horoz, hindi, ördek.
Kendisi tavuk olmasına rağmen anaç yüreği, hiçbir yavruyu diğerinden ayrı tutmuyor, onları gezdiriyor, kanatları altına alıp, ısıtıyor, gelebilecek tehlikelerden koruyor, yavrularına zarar verebilecek canlılara karşı koymada, hayatını riske atmaktan çekinmiyor, bulduğu yiyecekleri yemiyor, onlara yediriyordu…
Yine, gezintiye çıkılan günlerin birinde yakınlarda bulunan bir gölcüğe yaklaşıncaya kadar, her şey normaldi. Yavrular, anaç tavuğun civarından ayrılmıyor, buldukları yemlerin peşinden, bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı. Ta ki, gölcüğe yaklaşılıp; “su”yu görünceye kadar. Bir anda ördek yavrusu olan civciv, sürüden ayrılmış ve gölcüğe doğru koşmaya başlamıştı; peşinden de, anaç tavuk. Yetişinceye kadar, çoktan suya atlamıştı bile. Dışarıda, anacığı çırpına dursun o, badi-badi ayaklarıyla, suda neşeyle yüzüyor, arada bir, dalıp-çıkmalarla, dışarıda çırpınan anacığının yüreğine, korku üstüne korku salıyordu… Hâlbuki diğer civcivlerin de gözü suyla temas sağlamıştı. Su ile ördek yavrusu arasındaki bağ neydi ki, diğer yavruları etkilemeyen su, ördek yavrusunun fıtratında bulunan mekanizmayı harekete geçirmiş ve onun gölcüğe doğru yönelmesini sağlamıştı…
İnsanlar; uzaktan kumanda aletleri icat ettiler… Kumanda aletleri nasıl da harekete geçiriveriyor, frekansı aynı olan alıcı konumundaki mekanizmaları…
Bir Ömer vardı: Öz kızını, diri-diri toprağa gömecek kadar cânî, helvadan yaptığı putları, taptıktan sonra, acıkınca yiyecek kadar gülünç. Hışımla geliyordu kız kardeşinin evine. Müslüman olduklarını duymuş hesap sormaya… Sonrası?.. Hırpalanmış, eli-yüzü kan içinde bir kız kardeş… Sakinleşti, onlardan okudukları şeyi getirmelerini istedi. Okudu… Dinledi, dinledi… Dinlediği farklı bir şeydi. Dinlendi… Eski Ömer gitmiş, yerine başka bir Ömer gelmiş, fıtratını kirleten, “Müşrik Ömer” programı silinmiş, fıtratında bulunan “Müşfik Ömer” programı devreye girmişti. O, artık, sıradan bir Ömer değil, Hz. Ömer’di… Dinlediği ve “su” gibi okunan Kur’an-ı Kerîm, “Müşrik Ömer” programını kapatıp “Müslim Ömer” programını harekete geçirmişti; Çünkü; Kur’an-ı Kerîm’i okuyanlar “su” gibi okuyorlardı..
O su ki, damlaya damlaya en sert mermeri bile deler.
“Kur’ân-ı Kerîmi, su gibi okumak…”
İnsanlar; bu ifadenin altındaki derin anlamı bir bilebilseler, idrak edebilseler; “huşû” içerisinde, “hasbî” (hesâbî değil) olarak okunan Kur’an-ı Kerîm’lerin; insanların, “fıtratlarındaki” İslâm’ı, nasıl harekete geçirdiğinin bir farkına varabilseler?
Hz. Peygamber, Medineli müslümanlara, öğretmen olarak Mus’ab bin Umeyr’i göndermişti. Medine ve civarında bulunan, İslâm’a girmemiş topluluklardan mücadele ve itiraz amaçlı gelenlere Hz. Musab: “Önce, ben size bir Kur’an-ı Kerîm okuyayım.” diyordu. Fikirlerine; fikirle karşılık vermeden önce: “Ben, size bir Kur’ân-ı Kerîm okuyayım…” Mantık oyunlarına girmeden, onların fikirlerini çürütmeyi, onları “mat” etmeyi düşünmeden (mat, ölüm demektir). “Su” hayat verir. Îman hayattır. “Su” hayatın kaynağıdır. Mus’ab kendisini “mat” etmeye gelenlere “Su” gibi okuduğu Kur’ân’la karşılık veriyor; suyun ölü toprağa hayat verdiği gibi; küfür ölülüğünden, îman diriliğine intikallerini sağlıyordu…
Yüce Allah, şöyle buyurur:
“Biz her canlıyı, sudan yarattık.”
Sahabe-i Kirâm, gittikleri yerlere, “Su”yu götürdüler. Küfürle ölmüş yürekleri “Su” ile tanıştırdılar. Onlar yalnızca “Su”yu gösterdiler. Hidâyeti, îmanla yeniden hayat bulmayı, Allâh’a bıraktılar. Bu konuda Yaradan’larına güvenleri tamdı. Çünkü O, “El-Mü’min”di, “Güvenilen”di…
“Su” ile tanışan hangi tohum; dirilmeye, neşvünema bulmaya karşı koyabilir ki?
Tâbiûn, Etbâu’t-Tâbiîn ve sonraki İslâm tebliğcileri Afrika içlerine, Uzak Doğu’ya, Çin’e, Orta Asya’ya, Anadolu’ya, Avrupa’ya, Kuzey Afrika’ya, gidebildikleri en ücra köşelere İslâm’ı götürmeyi, İslâm ile insanı buluşturmayı kendilerine görev edinen insanlar, “Su” gibi aktılar, “Su” gibi davrandılar. İşledikleri bütün davranışları dupduru su gibi, net bir şekilde; riyâ, kibir, gurur karıştırmadan, dünya hesapları katmadan yerine getirdiler. Biliyorlardı ki, suya karışan bu kirler alıcıların frekanslarıyla uyuşmayacağından fıtratlarda bulunan İslâm’ın ortaya çıkışını engelliyeceklerdi…
-Şair Fuzûlî; “Su” kasîdesini yazdı…
Su; İslâm edebiyatında, bir mazmundur. Hz. Peygamber su ile bir tutulmuştur. Su ile, Allâh Rasûlü kastedilmiştir. Suyun, ölü tabiata hayat verdiği gibi Hz. Peygamber de, örneklediği Kur’ân ahlakıyla, ölü ruhlara hayat kazandırmış, îmân diriliği nesillerden-nesillere biri birinden can “Su”yu ala-ala akıp gelmiştir.
O, yaşayan Kurân, somutlaşan İslâm…
-Hz. Peygamber gibi yaşamak, O’nun gibi namaz kılmak, Kur’ân okumak… Günlük yaşamın her kesitinde görünen peygamber olmak… “Su”ya benzemek.. “Su”yu örneklemek…
Allâh, yarattığı kullarının duyu organlarına, fıtratlarındaki İslâm’ı harekete geçirecek alıcılar koymuştur. Bu alıcılara “Su”yu göstermek yeterli.. Biz; “Su”yu göstermekle sorumluyuz; Peygamberi göstermekle…
-Zaman aktııı geçti..
Malezya ve Endonezya’ya mal götüren müslüman tüccarlar mallarıyla beraber huşû içerisinde kıldıkları namazları, kulluk eylemlerini de beraberlerinde götürdüler, koloniler kurdular… “Su”ları, bulanık değildi.. Dupduru suyu gören ördek yavrusunun, suya koştuğu gibi İslâm’a koştu, fıtratları Vahiy frekansına açık Allâh kulları..
Günümüzde kutsal hac yolculuğundan dönen bir çok kardeşimizin ortak ifadesi: “Hac vazîfelerini en yumuşak, en samîmî biçimde îfâ eden müslümanların Malezya ve Endonezya’dan gelen müslümanlar” olduğu doğrultusundadır. Bu yansımanın köklerine indiğimizde onları huşû içerisinde kıldıkları namazları ile İslâm’la tanıştıran, tebliğci tüccar müslümanların sergilediği örneklemeleri buluruz.
Çok sonraları “Uzak Doğu” denilen diyarları, İslâm’la tanıştıran, tebliğci tüccar müslümanların kılıç-kalkanları yoktu, huşû içerisinde sergiledikleri “kulluk eylemleri” vardı…
Nasihatlerin, uygulanan yaptırımların yola getiremediği bir çok günahkâr, istikâmetini kaybetmiş insanları bazı muhterem Allâh dostu insanların birkaç cümlesi, içten bir bakışı, derinden etkilemekte, çok kısa zamanda, temiz bir kişilikle toplum içerisinde yerlerini alabilmektedirler…
“Su”yu bulandırmadan, ilk membaından çıktığı gibi götürmek gerek, göstermek gerek, içirmek gerek. Evlerde anne-babalar, okullarda eğitimciler, iş yerlerinde işverenler, câmilerde din görevlileri, sorumlu olanlar sorumlu olduklarına… İşte o zaman, ortalık İslâm olur, barış olur, sulh-sükûn olur. Çünkü İslâm, “barış” demek, esenlik demek…
Son söz: “Ne malûm, bizim harcımız O Habîb-i Kibriyâ’nın yüzü suyu hürmetine, O’nun Suyuyla karılmışsa?” O halde:
“Usta bizden, çırak bizden, harç bizden;
Suyun içtik “Su”ya hizmet borç bizden!!!”