Şuayb (A.S) ve Daveti

Kur’an-ı Kerim’de kıssalar ciddi bir oran teşkil eder ve bu kıssalar üzerinden Rabbimiz mesajını bizlere beliğ bir biçimde ulaştırır. Kur’an kıssalarının üç boyutu vardır;
Kıssada anlatılan ve yaşanan zamanı yansıtan boyutu,
Bu anlatılanların Mekke’de Hazreti Muhammed (a.s)’in dönemine yansıyan boyutu,
Son olarak da bugüne ve buraya yani bize yansıyan, yansıması gereken boyutu. Eğer böyle düşünmez de sadece anlatılan zamana takılır kalırsak murad hâsıl olmaz, hâşâ Rabbimiz yalnızca bize tarihi birer bilgi aktarmış olur.
Kıssaların Kur’an’da bir anlatılış üslubu vardır. Tabir-i caizse sanki bir film sahne sahne aktarılır. Ama bazen bu sahneler arasında boşluklar vardır, filmlerde de örneğin, “on sene sonra” vs. denilir ya bazen onun gibi. Kimi tarihçiler veya müfessirler bu boşlukları doldurmaya çalışmıştır -ki genelde İsrailiyyat’tan- bu da asıl mesajı gölgeleme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla bizler kıssaların Kur’an’da ve hadislerde geçen taraflarını almalı, gereksiz bilgilere boğmamalıyız.
Bizlere kıssası anlatılan peygamberlerden birisi de Hz. İbrahim’in soyundan gelen, Hz. Musa’nın kayınpederi ve bir nevi piştiği ocağı olan, edeb timsali kızları da Kur’an’da zikredilen Şuayb (a.s)’dır. Şuayb (a.s) Medyen ve Eyke halkına nebi olarak gönderilmiştir. Bu iki farklı isimle anılan toplumun iki ayrı toplum olduğunu söyleyenler olduğu gibi aynı toplumun iki farklı isimle anıldığını söyleyen müfessirler de olmuştur.
İslam, yeryüzüne tevhid ve adaleti hâkim kılmak için ilk insandan beri süregelen dinin, davanın, mücadelenin adıdır. Ne tevhidsiz adalet ne de adaletsiz tevhid anlamlıdır. Yeryüzü bazen bunlardan birinin olduğu dönemlere tanık olmuştur, bazen ikisinin olduğu dönemlere bazen de ikisinin de olmadığı dönemlere. Sayıları yüz yirmi dört bini bulan peygamberler zincirinin bir halkası olan Şuayb (a.s) da işte hem tevhidden hem de adaletten mahrum bir topluma gönderilmiştir. Toplumun öne çıkan helak sebebi ise tartıda/ölçüde hile yapmalarıdır. “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” (Mutaffifin, 1-3)
Konu A’raf, Hud ve Şu’ara surelerinde etraflıca işlenmektedir. Buralarda değinilen meseleleri şu şekilde ele alabiliriz:
“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır.” (A’raf, 85)
Kardeşleri, yani bildikleri, içlerinden çıkan Şuayb… Ve işte tüm davetçilerin ortak mesajı: Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sonrasında da içinde bulunduğu toplumun temel sorunu; ölçü ve tartıda hile.
Hindistan bölgesinde İslam’ın nasıl yayıldığını az çok duymuşuzdur; dürüst Müslüman tacirler aracılığıyla. Demek ki bu mesele ne kadar önemli ki toplumların kurtuluşuna vesile olduğu gibi helakine de vesile olabiliyor. O halde biz de bu meseleyi önemsemeli davetimizin maddeleri arasına almalıyız. Hele de ‘güven’in çokça zayıfladığı zamanımızda ve coğrafyamızda. Tıpkı Hz. Muhammed (a.s)’in toplumundaki Ebu Cehillerin, Ebu Leheblerin, Ebu Süfyanların ticari zulümlerine karşı koyduğu gibi.
Gözü tok gönlü tok Müslüman ticaret erbabının örnekliğine muhtacız. İki cihanda da kazanacak olan bu kimselerdir. Hem de basit bir kazanç değil. “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)
Yine Buharî’de geçen şu hadis de ticaretle ilgili önemli bir noktayı işaret etmektedir, yalan yere ve çokça yemin ederek mal satma hastalığı:
“Malın ayıbını ve fiyatını gizlediler ve yalan söyledilerse, belki karları olur fakat alışverişin bereketini mahvederler. Yalan yemin malı sattırır fakat kazancı mahveder.” (Buhari)
Kıssa devam eder;
“Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!?” (A’raf, 86)
Müşrik toplulukların temel özellikleri; mü’minleri Allah yolundan çevirme çabası. Bu konuda ne kadar sebatlı ve azimli olduklarını görüyoruz. Batıl dava müntesibleri böyleyken biz inandığımız hakikatler için daha fazla çaba göstermeli değil miyiz?
“Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa, artık Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (A’raf, 87)
“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.” Şuayb, “İstemesek de mi?” dedi.” (A’raf, 88)
Bu tepki her çağda aynıdır. İnsanları ya kendisi gibi düşünmeye hatta hissetmeye (mesela: sev ya da terk etmeye), sürülmeye çağırmışlardır. Ama mü’minlerin tavırları zorba müşriklere karşı hep direnmek ve sabretmek olmuştur. Tıpkı Hz. Peygamberin Mekke’den sürülüşü ve mücadelesi gibi, tıpkı Şeyhülislam İbn Teymiyye’nin şu sözlerinde olduğu gibi; ‘Düşmanlarım bana ne yapabilir ki; hapse atılmam halvet, sürülmem hicret, öldürülmem ise şehadettir…’ Ve Hz. Şuayb:
“Allah, bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer ona dönersek mutlaka Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi olmadıkça, sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında gerçekle hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (A’raf, 89)
“Şuayb’ın kavminden inkâr eden ileri gelenler dediler ki: “(Ey ahali!) Andolsun ki eğer Şuayb’a uyarsanız, o takdirde mutlaka siz zarar edenler olursunuz.” Derken, onları o korkunç sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada hiç yaşamamışlardı. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya, asıl ziyana uğrayanlar onlar oldu.” (A’raf, 90-92)
Dünya sevgisi, daha çok mal arzusuyla harama yönelmek, kul hakkı yemek, malı yığmak ama sonunda hiç yaşamamış gibi olmak. Ne acı! Bugün de içinde yaşadığımız toplumda durum aynı değil mi? İnfak hayatlardan nasıl da çekiliyor, faiz nasıl da normalleşiyor, neredeyse her eve giriyor dersiniz? Tekasür suresinde denildiği gibi: Mal çoğaltma arzusu, sizi kabirlere girinceye kadar oyaladı… (Tekasür, 1-2)
“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. O, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” (Hud, 84)
“Eyke”, birbirine girmiş sık ağaçlar demektir. Şuayb (a.s)’ın kavmi ağaçlık bir bölgede yaşadığı için onlara “Eyke halkı” denmiştir. Bu isimden bile aslında kavmin ne kadar bolluk içinde olduğunu görüyoruz, buna rağmen haksız kazanç onları ne hale getiriyor. Bolluğa rağmen bu yollara tevessül size de tanıdık geldi mi?
“Dediler ki: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salatın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (Hud, 87)
İşte namazın gerçek işlevi, sahibini kötülüklerden alıkoyduğu gibi çevresine de nizam veriyor. İşte devrimci duruş. Ve işte Akif’in diliyle:
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!/ Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!/ Adam aldırmam da geç git! , diyemem aldırırım./ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” hali…