SÖZ MEYDANI-Ne Olmak İstersin?

Bu sebeple yönlendirme amaçlı sorularla istenilen cevabın alınacağını anketörler gayet iyi biliyor. Siparişi kim verdiyse onun arzularına göre anket yapılır. Her kesim ve kuruluş kendi bakış açısını doğrulayıcı anket (kamuoyu araştırması) yaptırır.
Bu çerçevede teknik veya düz lise okuyan veya bitiren bir gence sorulan “Ne olmak istiyorsun?” sorusunun cevabı bellidir ve hepsi “devlette” çalışmaya yöneliktir. Galiba hiçbir öğrenci “amele, inşaat işçisi, tezgâhtar, balıkçı, garson, seyyar satıcı, bakkal, iş adamı, zanaatkâr, çiçekçi…” olacağım demiyor. Bu toplumsal bir kabul ya da reddin adıdır. Yukarda saydığım işleri yapanlar çocuklarına diyor ki “Oku, benim gibi olma.” Böyle diyen baba o işi yaparak, o işte sebat ederek 20- 30 yılda üç beş çocuğunu yetiştirmiş, ev bark sahibi olmuştur, gelir durumu da çok kötü değildir. Ama çocuğuna “oku da adam ol” diyor. Adam olmanın anlamı çok geniş ve öncekiler bunu geniş anlamıyla kullanıyorlar. Ama “benim gibi olma” cümlesi tehlikeli bir ifade. Niçin, yapılan iş çok mu aşağı, adi? Kazancı mı az? Çok mu yorucu? Hiçbiri değil veya birisi olsa bile baba niye kendi işini yapmasını çocuktan istemiyor? Bunun üzerinde düşünmeliyiz. Bu toplum niye böyle bir yaklaşım içerisinde?
Osmanlı’dan beri var olan bir özelliktir “devletin baba olması”. Devlet baba olunca kolları da geliri de geniştir. Devşirme yapılırken bu iş için gelen devlet görevlilerine gayrimüslimler kadar Müslümanlar da çocuklarını vermek istiyorlar. Temel felsefe “çocuğum kurtulsun.” Bu şu demektir: Çocuğunu dinini değiştireceğini bile bile “Ocak”a vermek isteyen gayrimüslim sadece dünyevi düşünerek “çocuğum rahat etsin.” diyor. Müslümanlar da aynı çerçevede nereye gittiğini, ne olacağını bilmeden çocuklarını veriyorlar. Fakirliğin diz boyu olduğu dönem ve yerlerde bunu anlamak çok kolay oluyor. Devlet zengindir ve ne olursa olsun çocuğu rahat eder. Çünkü devlet erkanı bu görüntüyü veriyor. Bir kendine bir de gelenlere bakıp mukayeseyi sağlam yapıyor. Doğru da yapıyor.
Ivo Andric’in Drina Köprüsü’nü okurken ilk elli sayfada Osmanlı’nın Bosna’daki devşirme sistemi anlatılıyor. Sokollu Mehmet Paşa’nın ve onunla beraber diğer Hıristiyan çocuklarının devşirilmesi anlatılırken çok zalimce yapıldığı izlenimi veriliyor. Sokollu’nun daha sonra bu romana ve Bosna tarihine ışık tutan, yaptırdığı köprü (Drina Köprüsü) etrafında gelişenler durumun öyle olmadığını göstermektedir. Ama şunu söylemek yerinde olur. “Devşirme, devşirmelik” üzerinde ekonomik, sosyolojik, psikolojik hatta dini açıdan durulmalıdır, çalışılmalıdır. Eksileriyle artılarıyla dönemin şartları da göz önünde tutularak bu çalışma yapılmalıdır. Dünyada farklı usullerle hala devam eden bir olay olduğuna göre değerlendirilmesi yapılmalıdır. Cemil Meriç’in Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi Türk aydınlarının bazıları için “Batının içimizdeki yeniçerileri” demesini de bilmek yerinde olur.
Devlet baba yaklaşımı sigortalı olmakla birleşince daha da tatlı hale geliyor doğal olarak. Devlet sistemini ve insana yaklaşımını çokça konu ettiğimiz Batı ise bize göre çok farklı. Eğitim planlaması çok iyi yapılmış. Devlete veya devlet dışı kurumlara gerekli olan işgücünün tespitini yapmış. Herkes üniversite okuyacak gibi bir yaklaşımı yok. Herkese iş veririm de demiyor. Senin ilgi alanın, kabiliyetin ne ise ona göre okuma alanını sadece tavsiye etmiyor, mecbur tutuyor. Buna veli de razı oluyor. Doktorun çocuğu araba tamircisi, kaportacısı, boyacısı, çilingir, pastacı, tezgahtar, inşaat işçisi, şoför olabiliyor. Çilingirin, pastacının çocuğu da doktor, öğretmen, mühendis olabiliyor. Profesörün çocuğu akademisyen değil ağır bakım işçisi olabilir. Bunları ne anne baba ne de çocuk yadırgamıyor. Öyle olunca da hiçbir iş kolunda çalışan sıkıntısı çekilmiyor.
Türkiye’de ise sadece “oku” deniliyor. Okumanın hedefi de devlette masa başı iş. Her kesimden memur, çocuğuna oku diyor. “Okumazsan, devlete kapak atmazsan benim yapacağım bir iş yok. Param, sermayem yok ki iş kurayım. Yoksa sen bir işçi ya da aylak olursun.”
İkinci paragrafta bahsettim; zanaatkar, esnaf… olan baba da “oku, benim gibi olma.” diyor. Böyle diyen baba da memur baba gibi devlete kapak at diyor. Okumuş da okumamış da böyle diyorsa toplumumuzda el emeğine karşı bir yan bakış var demektir. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” buyurarak yol gösteren bir peygamberimiz var. Ama biz üretimi değil tüketimi yeğleyen bir tercih içindeyiz toplum olarak. Bu da hantallaşmaya sebep oluyor. Bediüzzaman’a izafe edilen, orijinali “Münazarat” isimli eserinde bulunan, bugünkü Türkçeyle “Rızkın kapısı üçtür: Ticaret, sanat ve ziraatçılık. Hakka ve halka hizmet amacı olmadığı takdirde, her türlü memuriyet bir nevi maaş dilenciği anlamına gelir.” şeklinde ifade edilen konuya dair bu sözler dikkatimi çekti.
Şimdi de oturarak, emeksiz para kazanma hastalığı çıktı. Bir toplumda bu kadar dolandırıcı varsa o kadar da müşterisi var demektir. Bir zamanların bankerleri (1980’ler) vardı. Şimdi çeşit çeşit. Saadet zincirleri, çiftlik banklar, şans oyunları, bahisler… daha neler neler. İşin garibi bunlara yedirecek parası olan binler. Çalışarak kazanmanın mutluluğunu terk edip masa başında, bilgisayar ve telefon başında para kazanmaya çalışanlar. Hiçbiri mutlu olmuyor. Sonra çiz olumsuz tablolar, koş emniyete veya jandarmaya “gitti gitti” diye ağıtlar diz.
Yukardan aşağıya veya aşağıdan yukarıya tesis etmemiz gereken anlayış şu olmalı: “Alın teri kutsaldır, üretmek güzeldir. Her çocuk kabiliyetine göre yönlendirilmelidir. Sevilerek yapılan her iş ama her iş güzeldir.”
Kalın sağlıcakla…