SÖZ MEYDANI- Harran İnsanı

SÖZ MEYDANI- Harran İnsanı

Harranlılar hakikaten insanlığını, değerlerini korumuş insanlar. “Mekke’ye Giden Yol”u okurken Muhammed Esed’in Pakistan-Hindistan ayrılmasıyla ilgili anlatımı dikkatimi çekmişti. Pakistan-Hindistan sınırını tespit eden sınır çizgisini kağıt üzerine çizen İngiliz mühendisin gözleri iyi görmediği için evleri böldüğünü, evin bazı odalarının sınırın öbür tarafında (Hindistan) kaldığını yazıyordu.

Ortadoğu ülkelerinin sınırları da kağıt üzerinde tespit edilip çizilmiştir. Bunun sonucu mahalleler, köyler, beldeler, şehirler bölünmüş; aileler, akrabalar, anneler, babalar, çocuklar ayrılmıştır. Aynı coğrafyanın, aynı ırkın insanlarını böyle ayırmışlardır. Suriye ile sınır çizilirken aynen böyle olmuş. Harran da öyle olmuş. Harranlılar köyleriyle ve ilçe merkeziyle Arap asıllı. Benimle Türkçe konuşanlar biri gelince onunla hemen Arapça konuşuyor. Birden fazla bu durum olup da “Siz Arapçayı nereden öğrendiniz?” deyince “Hocam biz Arap asıllıyız, evde Arapça konuşuruz.” dediklerinde epey şaşırdım. Çünkü birinin oğlunun adı Kürşat’tı, Harran Belediye başkanı MHP’liydi. Arabalar, evler Türk bayraklarıyla süslüydü. Devlete tam bağlı ve duacıydılar.

Sonra sohbetler ve alışveriş ilişkileriyle Harranlıları tanıdım. Çok sıcakkanlı, samimi, dürüst idiler. Medine’nin çevresinde yaşayan Bedevilere çok benziyorlardı. Çevre temizliği hiç yoktu. Herkes istediğini her yere atıyor, işyerlerinin önü temiz değildi. Dükkan rafları çok düzensizdi. Aradığını görmek mümkün değil. Ama onlar hemen buluyordu. Yağmur yağınca her yer gölet oluyordu. “Bak ilçeniz dümdüz, geniş yollar, kaldırımlar, parklar yapılmış, ışıklandırma da iyi ama temiz değil, ilçeniz layık olduğu gibi değil, gelişmemiş” denildiğinde “olacak, onlar da olacak, çok gelişiyoruz.” diye cevap veriyorlar. Yani hallerinden memnunlar ve hiç şikayetçi değiller. Batı ve Orta Anadolu’nun çok aradığı mutluluk, huzur, Harranlılarda fazlasıyla var. Fakir ve orta hallilerle karşılaştım. Onlardan da şikayet duymadım.

Evlerinin pencerelerinde korkuluk (demir parmaklık) hemen hemen yok gibi. Demek ki hırsızlık yok. Namusa yan bakma, kadına, kıza tasallut… yok. İnsanlar güvende. Zaten bunu bana söylerken çok mutlular. “Burası yani Harran emin bir yer. Burada kötülük olmaz.” diyen insanlar bunları söylerken rahatlar ve gururlular. Ne güzel bir durum. Hani sokağımıza bir misafir gelir ve arabasını park edince döner döner bakar, merak eder. Biz de ona “burası güvenli yer, hiçbir şey olmaz” derken nasıl gururluysak Harranlı da öyle.

Çözülme önce evde başladı. Evin hiyerarşik yapısı bozuldu. Dedenin, babanın, ninenin, annenin… konumları sarsılmaya başladı. Evde gizli hakimiyet savaşları ve saygı kayıpları yaşandı. “Bir evlat pir olsa da bir anaya muhtaç imiş.” sözü türkülerde kaldı. “Ahlarla oflarla “ söylenen geçmiş özlemi ev düzeninin bozulmasıyla ilgiliydi. Anne, baba, dede değersizleşti. Evin diğer yetişkin bireylerince büyükleri külfet olarak görülmeye başlandı. Bu durum, asırların getirdiği aile içi düzene bir darbeydi. Batı menşeli bu darbe evin dışına da yansıdı. Hürmetin, muhabbetin yok olduğu evlerdeki soğukluk dışarıda da kendini gösterdi. Sevgiyi, saygıyı bilmeyen Batı toplumunun, “kanuna, devlet düzenine” bağlılığı onları ayakta tutuyordu. Ama biz yazılı olmayan sözlü âdet, gelenek ve değerlerle ayakta kalan birliği, bütünlüğü sağlayan bir toplumduk.

Doğu, Güney Doğu bizim kaybettiğimiz bu değerleri, insanı sevme, büyüklere hürmet küçüklere sevgiyi yaşatıyor. Bunu gördüm Harran insanında. Tabi Harran insanının yanında belirtilen bölgelerde. Bakım evlerinin, huzurevlerinin olmadığı ya da az olduğu bölgeler. Bu bölgelerde var olan töre hakimiyeti insanları düşmanlıklarında çok acımasızlaştırıyor. Birbirlerine çok zarar veriyorlar. Öldürmekten çekinmiyor. Namus, arazi anlaşmazlığı gibi konularda beklenilmeyen aşırı tepkileri, bu yöre insanlarının aşiret anlaşmazlıklarına bağlamak yerinde olur. Şehirleşmenin adı modernlik oldu. Bu da bizi insani özelliklerimizden uzaklaştırdı. Yukarda belirttiğim gibi “bireyselleştirdi.”

Bireyselleşmek ise “ben hayatı yaşamak”. Başkalarının derdini, acısını, sıkıntısını görmemek, akraba hakkı, komşu hakkı… gibi değerleri bilmemek. Acı çekenin yanından “devlet ilgilensin” diye umursamadan geçmek.

Çamurda, kumda oynayan çocuklar. Hani oyunlarımızı kendimiz kurar, oyuncaklarımızı biz yapardık ya. İşte Harran çocukları da öyle yapıyor. En doğal şekilde oyunlarını ve çocukluklarını yaşıyorlar. Mahalle araları cıvıl cıvıl. Önlerine ineği, keçiyi katıp güden çocuklar. Hayvan arsalarda yayılırken cep telefonlarına dalan erkek çocukları.

Baban, annen var mı? “Annem yok. Başka yerde yaşıyormuş. Babam var ama o da sadece ekmek alıyor. Biz de başkalarının verdiği ile yaşıyor, çobanlık yapıyoruz.” Zaten Harran’ın erkek çocukları “çobanım ve çoban olacağım” diyor. Okumak istemiyorlar. Yani ya tarım işçisi ya da hayvancı.

Erkeklerde yöresel kıyafet giyenler oldukça azalmış. Yaşlılar giyiyor. Cuma namazlarında başı takkeli oldukça az. Niçin bilemiyorum. Sormadım da.

Harran’ın kadınları, rengârenk, ipekli, kadifeli, incili boncuklu, parlak ve çok güzel giysiler giyiyorlar. Zaten Urfa Çarşısı bu elbiselerle dolu. Başlarındaki çoğunlukla mor örtüler onlara daha ayrı bir hava katıyor. En az 6-7 çocuğa sahip bu kadınların çok diri olmaları dikkat çekiyor. Erken yaşta evlenen ve buna hep hazır genç kızların giysileri gerçekten çok göz alıcı renklere sahip. Etekler hep yerde sürünüyor.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.