SÖZ MEYDANI – Ağanın Kesesi Pehlivanın Ensesi/İbrahim Çiftçi

Bir hikâye ile başlayalım. Osmanlı döneminde güreşçi yoktu, pehlivan vardı. Ama müsabakalar “yağlı güreş” diye adlandırılırdı. Osmanlı pehlivanları yarım dünya diye vasıflandırılır. Pehlivan enselerine, çok kalın ama zarif olmadıklarından “kilise sütunu gibi” denilirdi (Zarif olsa cami sütunu gibi denirdi). Traşlı olduğundan ve zeytinyağı sürdüklerinden güneşte parıl parıl yanardı. Çam yarması bir pehlivan, parıl parıl yanan kilise sütunu gibi ensesiyle önde gidiyor. Arkada bir ağa ve yanında dalkavuk onu görüyorlar. Ağa diyor ki dalkavuğuna: “Şu pehlivanın ensesine bir tokat vur, sana bir altın.” Dalkavuk arkadan yanaştığı pehlivana boyu yetişmediğinden zıplayarak bir tokat yapıştırıyor. “Vay Rüstem ağam, nasılsın?” diyor. Pehlivan geri dönüyor ve yakasından tuttuğu dalkavuğa: “Ne Rüstem’i be adam, git başımdan.” deyip “la havle” ile yoluna devam ediyor.
“Oh be, kolay sıyırdık” diyen dalkavuk, ağanın yanına dönünce ağa: “Bir tokat daha vur, sana iki altın.” demesin mi? Dalkavuk bir altınlara, bir pehlivana bakar ve yine gidip zıplayarak tokadı yapıştırır yapıştırmaz “Vay ağam, sen beni nasıl tanımazsın, ben pehlivan Mümin ağanın yeğeniyim.” dese de pehlivan “Git başımdan oğlum, şimdi seni telef edeceğim.” diyerek yoluna devam eder. Ezik büzük ağanın yanına dönen yalakaya ağa: “Bir tokat daha vur, üç altın daha.” der. Dalkavuk bir çil çil altınlara, bir de pehlivana bakar ve çaresiz üçüncü defa tokadı vurur ve aynı yalanı tekrarlar. Pehlivan çok sinirli bir şekilde adamı yakasından havaya kaldırır ve yere çalar. Başına gelir ve “Oğlum senin derdin ne, şimdi elimde kalacaksın.” der. O da “Pehlivan ağa, derdim altın. Varsa sende bu ense, bizim ağada da o kese, çok tokat yer senin bu yağlı ense” diyerek ağlar. Pehlivan “la havle” çekerek ve ensesini tutarak yoluna devam eder.
Bir çocuk doğunca adını anne ve babası verir. Dünyada coğrafya isimlerini de o bölgede yaşayanların vermesi gerekirken Batı kendini merkez ve dünyanın ana babası olarak kabul ettiği için coğrafyaları isimlendirmiştir. Bakalım isimlere: “Yakın Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu…” Neye göre? Hani yakın batı, uzak batı? Yok. Çünkü merkez Avrupa ve isimler o coğrafyaya göre veriliyor. Bu, dünyanın Avrupa’yı merkez kabul ettiğini gösterir. Yani Batı maça bir sıfır önde başlıyor ve sonra diğer farklar geliyor.
İsrail devleti kurulana kadar Müslüman Araplar Batı’nın Orta Doğu dediği ve dünyanın kabul ettiği bu coğrafyada sürekli birbirleriyle kavga etmişlerdir. Önce Osmanlı hâkimiyetinde başlayan kabile ve soy kavgaları, savaşları sonra Osmanlı’yı parçalayıp devletçikler oluşturan Batı ve özellikle İngiltere’nin “tavşana kaç, tazıya koş” demesi bu devletçiklerin birbiriyle sürtüşmelerini sürekli körüklemiştir. Çünkü İngiltere çıktığı ve çekildiği her yerde problemler bırakır ve bu problemleri gerekli oldukça kaşır. Dolasıyla birbirini sevmeyen, hep birbiriyle çatışan bu devletler sömürülmeye uygun, emperyalizme muhtaç bir yapıyı sürdürürler. İngiltere’nin yaptığı genelde emperyalist ve güçlü devletlerin, anlayışların yaptığı bir uygulamadır.
1948’de İngiltere’nin tam desteğiyle İsrail devleti kurduruldu. Jet hızıyla BM ve Türkiye dahil bütün batı ülkeleri onu tanıdı. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olarak bilinir. İsrail devleti kurulmadan önce Rusya dahil birçok Batı ülkesinde Yahudi karşıtı devlet politikaları hızlanmıştı. Hitler Almanyası bunun son versiyonu oldu. Yahudilere karşı şiddet de içeren çeşitli baskılar devreye girdi. Bunların Filistin topraklarına göç etmesi teşvik edildi, zorunlu hale getirildi. Böylece İsrail devletinin alt yapısı nüfus olarak sağlanmak istendi. Hani bir yerde (maç, düğün, seyirlik oyunlar… gibi) insanlar sıkış tokuş otururken biri gelir ve araya sıkışır. Sonra bir sağa bir sola kalçalarını hareket ettirerek diğerlerini daraltır hatta daralanları kaçırır ya. İsrail de öyle olmuştur. Önce o topraklara yerleşmiş sonra kıvrak kalça hareketleri ile diğer meskûn ve mukimleri kaçırmış, kendisi tam yerleşmiştir.
Arap ülkeleri, halen birbirleriyle dalaşır ve Baasçılık yaparken İngiltere, sonraları ABD, İsrail devletini Arz-ı Mevud idealine uygun genişletmiştir. Ama Arap ülkeleri ya Rus yanlısı Baas Partileri (Mısır, Suriye, Irak) ya da ABD yanlısı emirlik ve krallıklar (Suud, Ürdün, Körfez ülkeleri) veya daha önceki efendilerinin emrinde (Libya hariç diyebiliriz) Kuzey Afrika ülkelerinin İsrail diye bir dertleri yoktu. Türkiye’yi söylemedim, çünkü o zamanlar Türkiye’nin İsrail – Filistin diye bir meselesi, dolayısıyla kaygısı da yoktu. Ta ki Erbakan ve Milli Görüş hareketi ortaya çıkıncaya kadar. Milli Görüş’ün varoluş sebeplerinden en büyüğü Siyonizm ve İsrail’le mücadele idi. Çünkü Milli Görüş bütün yerel, bölgesel ve küresel problemlerin kaynağı olarak Siyonizm’i görüyordu. Nitekim çok haklı çıktı. Ama Arap ülkeleri bunu görmekte çok gecikmiş ve bugünkü darmadağınık, perişan hale gelmişti. S. Arabistan mı, Mısır mı Arapların lideri olsun tartışmaları ve İran düşmanlığı esas hedefi karartmıştı.
Şu anda Arap halkı olmasa bile yönetimlerinin Filistin’i, dolayısıyla Hamas’ı koruma endişeleri veya kaygıları yoktur. Filistin ve Hamas’ı dert edinmek için Arap, Türk, Fars, Kürt, Berberi, Urdu, Afgan olmak değil… Müslüman olmak gerekir. Hiçbir dünyevi kaygısı olmayan bilinçli Müslüman. Sadece İslamî düşünebilen Müslüman. Yeryüzünde fitne kalkıncaya, Allah’ın şeriatı, adaleti hakim oluncaya kadar mücadele eden Müslüman. Devlet yönetimi de bu anlayışa uygun olursa maksat hasıl olur.
“Pehlivan ağa, derdim altın. Varsa sende bu ense, bizim ağada da o kese, çok tokat yer senin bu yağlı ense.” ABD ve Avrupa’nın emperyal ülkeleri, halkı Müslüman ülkelerin yöneticilerine böyle demiyorlar mı? Aşağıdaki haritalara bakın ve haklı olduğumu anlayın.
Kalın sağlıcakla.
1982’den sonra kurulan laik, sosyalist Yaser Arafat yönetimindeki (şimdi Mahmud Abbas) kukla oyuncak Filistin devletini saymayın ve Gazze’ye bakalım. Görünüyor mu? “Vay benim keçi sakalım.”