SÖZ MEYDANI

Bu ay elimizde üç tane yazı var. Biri Mehmet Berat’tan. Yazı hem muhteva hem de üslup yönüyle başarılı. Ama konu Ramazan’dı ve yazı e-postamıza ulaştığında Ramazan sayısı baskıya verilmişti. Bu sebeple yayına alamadık. Mehmet Berat’tan hem içerik hem de anlatım biçimi itibariyle özenilmiş, titiz yazılar bekliyoruz. Yazılar her konuda olabilir.
İkinci yazı Doğanay tarafından gönderilmiş. Anlatım biçimi, yazı kuralları ve noktalama yönünden (belki de bilgisayar hatası) üzerinde çalışılmamış, çalakalem bir yazı olmuş. İçerik olarak oldukça ilgi çeken “Olur mu, hadi oradan!” denilecek yanı ağır basan, biraz da uçuk bir yazı. Doğanay önce okumalı ve sonra titizlenerek yazmalı. Kendisine ilgisi sebebiyle teşekkür ediyoruz. Başlangıç bölümünden bir alıntı yapıyoruz. “BM terör çetesinin dünya için oluşturduğu terör planları vardır. Bu terör planları her ülke için ayrı ayrı oluşturulmaktadır. Bu planlar BM terör merkezinde yapılıyor. Aynı zamanda her ülkenin, insanları üzerinde oluşturulacak taslaklar da çizilmektedir. Bu oluşturdukları terör çerçevesi içinde insanları örgütleyemediğinde, zaman zaman insanları trafik kazası süsü vererek öldürüyorlar. Köprüden geçerken, çevresinden birinden yardım alarak manzarayı izlemeye teşvik etmek suretiyle korkulukların yanına yanaşan insanları aşağı atıyor, intihar süsü veriyorlar. Sonra intihar etti diye terör basınında deklare ediyorlar.(… )Bir başka katliam biçimi de evlere girerek soygun süsü vererek, evdeki doğal gaz borusunu delerek, doğal gaz zehirlenmesi yaratıyorlar.(…) Bazı evlerde ise kışın yatarken sobalarını yanık bırakmak zorunda kalan ailelerin, soba bacasını çaputlarla tıkayarak, sobadan zehirlendiler süsü veriyorlar. Tabi bu olayları yaptıkları yerlere kendi “polislerini“ (yani teröristlerini) gönderiyorlar ki, ipuçlarını çaktırmadan yok etsinler. Ya da ev sahiplerinin hatasıymış gibi göstersinler…”
Üçüncü yazı daha önceki aylarda elimize gelen bir yazı. Fatih Taşcı’ya ait yazının yer yer tekrarlarla monotonlaştığı ve akıcılığını kaybettiği görülüyor. Akıcı bir üsluba ve rahat bir dile sahip olduğu görülen Fatih’in, Ahmet Taşgetiren gibi rahat yazarları okuması, çok yazması faydalı olur. Teşekkür ediyor ve yazısının bir bölümünü yayınlıyor yeni çalışmalarını bekliyoruz. ( İbrahim Çiftçi)
HİÇ’E GÖNÜL VEREN HİÇLER
Ah dünya! Âdem aleyhisselamdan önce ve O’ndan beri var olan ve kıyametin son anına kadar da var olacak olan “dünya” üzerinde yaşamaktayız. Öyle ki Allah Teâlâ bu dünyayı insanın sınav yeri olarak yaratmıştır. İnsan burada doğar, burada yaşar ve burada ölür. İnsan bu dünyaya, imtihan yerine, imtihanını kazanmak için indirilmiştir. Bu dünya, insanın ihtiyaçlarının giderildiği bir mekândır. Nitekim insan bu dünyayı çok sevmiştir. Ne var ki asıl yeri, asıl yurdu, asıl vatanı bu dünya değildir. İşte insan bunun farkında olmaması sebebiyle bu dünyadaki sınavını kaybetmektedir. Dünyayı asıl vatanı, ebedi kalacağı yeri zanneder. Hata eder, fakat farkında değildir. Daha dünyada yokken Allah’ın inayeti ile bir damla sudan yaratılan ve merhamet abidesi olan annenin rahmine düşen ve orada bir mekân sahibi olan insan belli bir müddet orada yaşar. İlk sığınağı olan anne karnında da rahat durmaz, tekme atar rahatsız eder anasını. İlk hırsını orada göstermektedir. Fakat orası da fanidir, geçicidir. Sonra ikinci durağı dünyadır ve asıl sınav yeri de burasıdır.
Fakat bu dünya dedikleri mekân LÂ ŞEY’dir. Yani ‘hiç’tir. Hiçbir şeydir. Hiç olması da hiç olmasındandır. Yok olmasındandır. Ama bu dünya bütün zihniyet ve güzellikleri ile insanın önündedir. Öyle ki eşref-i mahlûkatı azdıran, nefsini kabartan, her şeye sahip olmak isteyenler için bir beladır. Ve insan nefsinin hevası ile bu belayı başına taç eder. Ona sahip olmak ister. Evet, bu dünya bir hiç demiştik, hiç yine hiç olacaktır, yok olacaktır. Hiç’e gönül veren ve onun yoluna ömür çürüten de hiç olur. Hiçi isteyen de hiçtir. Ama ‘hiç’i hiçe sayan da ariflerdendir. Allah katında güzel bir makama sahip olur. Fakat bu hiç olan dünyayı hiçe sayarsak böyle olur.
Şunu da muhakkak olarak bilmeliyiz ki Hak Teâlâ dünyayı yarattığından beri dünyaya inayet nazarı ile bakmış ve dünyayı kendisine düşman tutmuştur. Allah’ın düşmanını bir Müslüman, bir mü’min, ben Allah’ı seviyorum diyen bir kul, nasıl olur da kendisine dost edinir ve ona muhabbet besler? O zaman şöyle olur ki dünya, Allah’ın düşmanı ise Allah da düşmanının dostunu kendisine düşman sayar. Allah korusun dünyaya meyili olan, onu seven, Allah’ın sevmediğini sevmiş olur. Bu dünyayı Allah Teâlâ kendisine neden düşman edinmiştir? Bu dünyayı Allah’ın elçileri olan peygamberler de kendilerine düşman edinmişlerdir. Çünkü dünya onların da yollarını vurmuştur. Dünya kâfirlerin, münafıkların ve fasıkların da düşmanıdır. Dünya onları da kendi tuzağına düşürmüştür. Onları kendine öyle inandırmıştır ki onlar bu dünyayı gerçek zannetmişler, muratlarına eriştiklerini sanmışlar ve ferahlamışlardır. Hâlbuki bu yüzden de bedbaht olanlardan olup, cehennemin yolunu tutmuşlardır.
Dediğimiz gibi bu dünyadan dost olmaz. İşte dünyaya dalıp cehennem ehli olanların feryatlarını Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de bize şöyle açıklıyor; “Ya Rab, beni dünyaya döndür belki o bıraktığımla salih bir amel işlerim” (Mü’minun 99) diye feryat figan ederler ve onlara şöyle cevap verilir: “Dünyada bunca ömür geçirdiniz, dünyanın muhabbetine kandınız, ömrünüzü yele verdiniz. Size verilen o günlerin kıymetini bilmediniz, varın susun. Bu sözü artık söylemeyiniz.” O zaman dünya düşmanı olurlar ama fayda vermez. İşte kimin emeli dünya olursa onun hali kötü, gideceği yer cehennemdir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şerif’inde şöyle buyuruyor. “Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyada eline geçen miktarda kaderinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun dağınık işini lehine toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak kendiliğinden gelir.” İşte dünyaya meyilli olan ve olmayanın hali böyledir.
Her kim bu dünyaya gönül verir ve mal toplamakla meşgul olursa sonunda pişmanlık taşıyla başını döver. Ne yazık ki son pişmanlık fayda etmez. Elimizde bir fırsat varken bu ömür denen nimet bizimleyken gönlümüzü bu dünyadan kurtarmaya bakalım. Bu murdar olan dünyadan kurtulalım. Dünya için değil Allah için yaşamaya bakalım. Nitekim mal mülk sahibi olanların, ömürlerini dünya yolunda çürütenlerin, halini gör ki onların sonları nereye varır. Topladıkları mallar tarumar olur. Mirasçılara kalır da hesabını ve azabını kendisi çeker. Allah böyle kimselerin halini Kur’an-ı Kerim’de Hud suresi 16. ayette: “ İşte onlar ahirette ateşten başka Hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. Dünyada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten yapmakta oldukları boşa gitmiştir.” diye açıklar. Başka bir ayet-i kerimede ise (Rad 26): “Allah (c.c) dilediği kimseye rızkı genişletir, dilediğine de daraltır. Onlar ise dünya hayatı ile sevinirler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı gelip geçici bir maldır.” buyuruyor. Bu yüzden Müslümanım diyen bir kişi dünyaya meyli olmayandır.
Bu dünyadan kimler geldi, geçti… Lakin samimi olanlar zümresi bu dünyaya hiç itibar etmediler. Dünyanın ardına düşmediler. Gördüler ki bu dünya ahiret yolunun üzerinde bir uğrak imiş. “Buna aldanmak neye gerek” dediler. Görüldüğü gibi bu dünya bir dinlenme yeri, bir durak yeri. Bu dünyaya gönül verip de aldananlardan mı, yoksa dünyaya itibar etmeyip ahireti kazananlardan mı olalım? Ahiret yolcusu ahiret ameliyle meşgul olur. Biz de bu yolda bu amellerle meşgul olalım. Şu halde bu dünyaya gönül verip aldananlar nihayet zarara uğrar. Mahrum ve mahzun olarak ortada kalırlar. Mademki biz bu dünyaya geldik, bu dünyaya aldanmadan Rabbimizin huzuruna dönmek zorundayız. Nefsimizi ezerek bu dünyadan yüz çevirmeliyiz. Yunus Emre ne güzel demiş;
Niceleri geldiler, neler istediler.
Bırakıp dünyayı, sonra gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
İnan o gidenlerde hep senin gibiydiler.
Fatih TAŞÇI