SİZDEN GELENLER- Muhkem Olan Kalelerimizi İçerden Kendimiz Yıkıyoruz

SİZDEN GELENLER- Muhkem Olan Kalelerimizi İçerden Kendimiz Yıkıyoruz

Kazanmak deyince hemen aklımıza ahlak – karakter kazanmak, kültür – medeniyet kazanmak, para – mal -servet kazanmak, şan – şöhret – iktidar kazanmak, eş – dost – arkadaş kazanmak, başarı – ödül kazanmak, tecrübe kazanmak gelir. Bunun tam tersi olan dürüstlüğümüzü- samimiyetimizi – fedakârlığımızı; malımızı – servetimizi, eşimizi-dostumuzu, itibarımızı – saygınlığımızı – prestijimizi kaybedebiliriz.

Saydıklarımın tümü doğal hayatın seyri içerisinde olacak olanlardır. Yaşadığımız bu hayatta kazanmak doğal olduğu gibi kaybetmek de doğaldır. Şu geçici fani dünyanın sevinçleri de üzüntüleri de geçicidir, o yüzden asıl kazanç, baki olan ahiret yurduna azık biriktirmektir.

Mühim olan takvalı olma, adaletli olma, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme, cihad şuuru, kul hakkını muhafaza etme, infak bilinci, güzel ahlak sahibi olma, helal rızık için gayret gösterme, hayırlı ilim talep etme, devamlı zikir ve tefekkür halinde olma, ihlas ve samimiyet, vefa, sadakat, nimete şükür, belaya sabır, mukadderatına rıza gösterebilme vb. kazanımları elde etme arzu ve çabası içinde olmaktır.

Bu manevi kazanımlar yanında maddi kazanımlarımız da olacak tabii ki. Bir yandan ahirete çalıştığımız gibi dünyada da nasibimizi unutmayacağız. Ama ne yazık ki insanlar, bu saydığım ebedi hayata dönük manevi kazanımları es geçip sanki sadece dünya için yaratılmışçasına yalnız maddi kazanımları elde etmek için var gücüyle çalışıyorlar.

Anne karnında dünyaya gelen herkes çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinden geçtikten sonra ecel vaktini doldurup öldüğü zaman kefenlenerek toprağa gömülür. Aynı insanoğlu çocukluk dönemini bitirip gençlik çağına gelince kendine ait hedefler ve planlar yapar, neticede her şeyin tasarruf yetkisi elinde olan Allah’ın imtihanıyla kimisi üniversiteyi bitirip doktor, mühendis, öğretmen vb. meslek sahibi olur; kimisi serbest ticaret yapıp iş adamı olur; kimisi tarım hayvancılıkla uğraşır; kimisi araba tamir ustası; kimisi lokantacı vesaire olur; sonuçta herkes yeryüzünde rızkı peşinde koşar, kimse aç kalmaz.

Yırtıcı hayvanların, gözle görülmeyen bakteri ve virüslerin, yer altında ve denizlerde yaşayan daha bilmediğimiz nice canlının rızkını veren Rezzakül Âlem hiç insanı rızıksız bırakır mı? Tabii ki aç bırakmaz, ama mal ve servet yarışına giren benci, egoist insanların gözünü hırsı bürümüş, kendi Müslüman kardeşlerini bile rakip görüyorlar. Mezardaki ölülerin hesap veremediği konuda hayatta olan diriler birbirine düşman kesiliyorlar.

Kendine takdir edilene razı olmayan, tevekkülün ipini elden kaçıran doyumsuz nefislerin esiri oluyorlar. Maddenin kölesi olan böylesi ruhlara tesir etmek ve esir olmuş gönülleri fethetmek, mana âleminin ulvi ve mukaddes ilkelerine yapışmakla olur. Yoksa ahireti için çalışmayan, kendisine emanet edilen ruhu kirleterek bu dünyadaki nasibi sadece hayvanlar gibi yiyip içmek olan insanın ahirde hüsrana uğrayacağı ayan beyandır.

Hiç düşündük mü acaba? Bir meslek kazanmak için gençliğimizi yani ömrümüzün en değerli zamanını harcıyoruz, daha sonra evlenip yuva kurduktan sonra çocuk sahibi oluyoruz, biraz zaman geçtikten sonra da yaş kemale erince, emekli olup sefasını sürelim derken hastalıklara müptela oluyoruz. Çoğu zaman kazandıklarımızı yemek nasip olmuyor bile, tüm gücümüzü ve zamanımızı para kazanmak için harcıyoruz, para kazandığımızda da sağlığı kaybediyoruz.

Ancak bundan daha önemlisi kimi zaman bir makam ve mevkie gelmek için karakterimizden ödün veriyoruz, kimi zaman değerlerimizden taviz veriyoruz. Demek istediğim, dünya istikbali için farklı bir benliğe giriyoruz, amaçlarımızı ve gayelerimizi değiştiriyoruz, yürüdüğümüz yolu ve yol arkadaşlarını terk ediyoruz. Değersiz ve fani şeyler için değerli ve baki şeylere sırt çeviriyoruz.

Yaptığımız veya yapacağımız bazı hataların telafisi güç ve imkânsız zararlara neden olur. Hem kendimize hem içinde bulunduğumuz camiaya hem de dine zararı dokunur. Bununla alakalı olarak iki tane ibret verici hadise karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Uhud gazvesinde savaşın en kızıştığı anlarda, okçuların emre uymayarak yerlerini terk etmesi, ikincisi Talut’un askerlerinden bazılarının (çoğuna yakını) emre uymayarak nehirden kana kana içerek savaştan geri kalmaları.

Birinci hadisede Uhud savaşında Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu görevlendiren ve onlara “Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban kuşları (akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz yerinizi bırakmayacaksınız.”1 talimatını veren Hz. Peygamber’in (a.s) emrine uymayan okçuların yerlerini terk etmesi ve ganimet toplamaya kalkışmaları sonucunda Müslümanlar çok büyük kayıplar vermiş ve Hz. Peygamber’e (a.s) itaatsizliğin bedeli ağır olmuştu.

Bu vakıa ayet-i kerimede şöyle anlatılmaktadır: “Hani sen sabah erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşmak için müminleri mevzilere yerleştiriyordun. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir. O zaman sizden iki bölük, Allah onların velîsi olduğu halde bozulup çekilmeye yüz tutmuştu; müminler yalnız Allah’a güvensinler. “2

İkinci hadisede Talut’un ordusundan emre itaat etmeyip nehirden bir avuç sudan fazla içenlerin susuzlukları arttı, savaşacak mecalleri kalmadı, yere yığılıp kaldılar; emri itaat edenler ise bir avuç su ile yetinip Calut ve ordusunu bozguna uğrattılar. Ayet-i kerimede bu konu şöyle anlatılmaktadır:“Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna, şüphesiz bendendir’ dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, ‘Bu Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok’ dediler. Kendilerinin Allah’a kavuşacağını bilenler ise: ‘Nice az topluluk, çok topluluğa Allah’ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”3

Bizler de bu iki hadiseden ibret alıp bunu hayatımıza yansıtalım inşallah. Bugün savaş alanlarımızı terk ediyor, savaşıp bedel ödemekten korktuğumuz için meydanı düşmanlarımıza bırakıyoruz. “Yoksa Allah, içinizden, cihad edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?”4 Yine bu ayetteki manaya yakın başka ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız?”5; “İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılıp imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?”6

Yani konunun hülasası, hidayet önderleri olan peygamberler, peygamberlerin varisleri olan âlimler, sıddıklar ve şehidler nasıl din düşmanlarıyla harbedip bu din uğrunda sıkıntı ve eziyet görmüş, sabredip işkenceye katlanmışlarsa, bizler de onlar gibi sıkıntı ve eziyetlere katlanmıyorsak, din düşmanlarıyla hem kılıçla hem de kalemle mücadele etmeyi göze alamıyorsak, kusura bakmayın aynı cenneti istemeye yüzümüz olmamalı! Eğer söz konusu İslam dini olduğunda ünvanlarımızı, makam ve mevkilerimizi, ailemizi kenara koyamıyorsak, en önemlisi malımızı ve canımızı bu din uğrunda feda etmekten çekiniyorsak imanımızı bir kere daha gözden geçirelim!

Bakıyoruz etrafımıza, bir zorlukla ve sıkıntıyla karşılaşınca, bahaneler arkasına sığınanların durumu tıpkı Firavun’un zulmünden kaçıp kurtulduktan sonra şımaran İsrailoğulları’nın durumuna benzemekte. Nitekim İsrailoğulları, içinde bulundukları dünya nimetlerine aldanarak nankörlük edercesine küstah ve saygısız bir şekilde Hz. Musa’ya şöyle hitap ettiler: “Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu durumda sen ve Rabbin gidin savaşın! Biz burada oturacağız dediler.”7

Maalesef insanoğlunun nankörlüğü değişmiyor. Manzara dün neyse, bugün de aynı; davranışları merhametsizlik, tahammülsüzlük ve cehalet kokan Müslüman görünümlü münafık ve fasıklar servet biriktiriyorlar; şöhret, itibar ve saygınlık peşinde koşuyorlar, her türlü rahatlık ve kolaylığı kendilerine reva görüyorlar; fakat tüm zorluk ve sıkıntıları başkalarına reva görüyorlar.

O gün İsrailoğulları’na savaş farz olduğu halde onlar nasıl savaştan kaçmaya bahane aradılarsa bugünün insanı da üzerine farz olan emirleri yapmayıp geçiştiriyor, çocuğu yeteri kadar olgunluğa ulaşıp namaza başlama yaşına eriştiği halde ya da kız çocuğu başını örtme yaşı geldiği halde “o daha çocuk” deyip umursamayanlar, aynı çocuklarını bir saz, gitar kursuna, bir spor kursuna veya yabancı dil kursuna gönderirken “o daha çocuk” demiyorlar.

Yukarıda bahsedildiği üzere bazıları bahanelerin arkasına sığınır, bazıları da okçular tepesini terk eder, ihmalkârlık ve sorumsuzluklarından dolayı görevlerini yapmazlar. Acaba bugün okçular tepesinden ne anlıyoruz? Günümüzde herkesin kendi vazifesine göre bir okçular tepesi var. Okçular tepesi dünyalıklarımız, menfaatlerimiz ve hırslarımız uğruna hiçbir zaman terk etmememiz gereken cephedir, kaledir. Bunlar aile tepesi, mescid ve cami tepesi, adalet tepesi, ahlâk tepesi, ilim tepesi, emanet tepesi, cihad tepesi, infak tepesi ve daha niceleri…

Aile tepesi terkedilmiş, dimağları yeni gelişen çocuklarımızın zarar gördüğü bu tepe televizyon ve internete mağlup durumda. Gaflete düşüp Allah’ın ve Resulü’ istediği bir hayatı çocuklarımıza öğretmediğimizde, televizyondaki dizi, filmde gördükleri oyuncu karakterlere özenir ya da bilmediği, tanımadığımız arkadaşlarının huyları kendisine geçer de farkına varmakta gecikiriz. Müslüman aile yapısı bozulmaya çalışılıyor; bugünkü orta geniş aile yapısının temel taşları olan yaşlı büyüklerimiz için huzur evleri açıldı, çekirdek aile yapısı da hem koca hem de karının beraber çalıştığı bir aile yapısına dönüştürüldü. Böylelikle çalışma hayatına itilen kadın evdeki çocuğunu da kreşe ve anaokuluna gönderip onu anne sevgisinden mahrum bıraktı.

Unutmayalım ki çocuklar üzerinde ailenin etkisi, okul ve çevrenin etkisinden daha çoktur, yıkılmaz bir kale olan aile, çocuğun ilk mektebi, anne ve baba ise çocuğun öğretmenleri, ruh mimarlarıdırlar. Büyüyen çocuklar burada ahlak kazanır, karakter ve mizaçları burada şekillenir. Mescid tepesi hüzünlü zaten, mescidlerde genç sayısı azken, cami cemaatinin çoğunluğu yaşlılardan oluşuyor, gençken yapılan ibadet ile yaşlıyken yapılan ibadet arasında dağlar kadar fark var, o yüzden gençlerin mescidlere kazandırılması lazım.

Adalet tepesini kaybettik, teraziyi yanlış tarttık, ibre hep zengin ve güçlüden yana oldu, öyle ki gayrimeşru yoldan köşeyi dönen zengine yapılan dalkavukluk ve yalakalık, gelir adaletsizliği kurbanı olan fakirlere yapılan haksızlığı unutturdu, hayır duası yerine yenilen kul haklarına karşı başkalarının ahı bizleri aldı, Allah’ın üzerimizdeki emanı (koruması) kalktı, zulme sessiz kaldığımız için, zalime meylettiğimiz için kazancımızın bereketi gitti, huzursuzluklar yaygınlaştı.

Ahlâk tepesini terk ettik, büyüklere saygı ve hürmet, küçüklere sevgi ve merhamet kalktı, yediğini içtiğini sosyal medyada paylaşma görgüsüzlüğü bir hastalığa dönüştü, elindekileri fakirlerle paylaşması gereken insanlar, kendilerini başkalarına kanıtlamaya çalışarak özentiye kapıldılar, iş ahlakını kaybedip aldatmayı meslek haline getiren tüccarlar, emek harcamadan oturduğu yerden faiz yiyerek zenginleşen hacı amcalar, edebini kaybetmiş uluorta sakız çiğneyen deve hörgüçlü türbanlılar, haddi aştılar.

İlim tepesini kaybettik, izzetli ve şerefli dinin ahkâmını anlatmaktan korkan kitap yüklü merkepler öne çıktı, böyle cahillere iltifat edilerek onların arkasından gidildi, medreseli ehl-i tarik hocaların kıymeti onlar kadar bilinmedi, sonuçta yoldan sapan, riyakâr, bidatçı, yenilikçi ve fetvalarıyla kolaycılığa kaçan hocalara uyularak istikamet de kaybedildi.

Verilen bütün bu örneklerde Kur’an’ı rehber, Hz. Peygamber’i önder olarak kabul edip onlara uymadıkça savaş meydanında şeytan ve nefisle yaptığımız mücadelede muzaffer olamayız. Adalet, ahlâk ve ilim tepesini terk etmemizin nedeni olarak ortaya çıkan zulüm ve adaletsizliklerin, ahlâksızlıkların, cehalet ve istikametsizliğin sorumlusu bizleriz.

Dipnotlar

1. İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 47; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293

2. Âl-i İmrân, 3/121-122

3. Bakara, 2/249

4. Âl-i İmrân, 3/142

5. Bakara, 2/214

6. Ankebût, 29/2

7. Mâide, 5/24

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.