Sahabeden Bir Adanmış (Enes bin Nadr)

İslâm Tarihinin ilk büyük muharebesi olan Bedir Savaşı’nın zaferle sonuçlanması inananların büyük bir özgüven elde etmesine yardımcı olmuştu. Savaş anında Allah’ın yardımına bizzat şahit olmaları imanlarının kuvvetlenmesini sağlamıştı. Elde edilen maddi galibiyet ise o civardaki kabile ve toplulukların Müslümanları daha çok benimsemelerine neden olmuştu. Bu olgu, İslâm’ın Arap yarımadasında resmen kabulü yolunda önemli bir adım anlamına da geliyordu.
Efendimizin arkadaşlarından bir kısmı Bedir Savaşı’ndan sonra cihad olgusunu iyice kavramış, cihadın kendilerine sunduğu manevi hazzı her an yaşar hale gelmişlerdi. Hz. Peygamberin etrafında gece gündüz cihat aşkıyla yanıp tutuşan bir sahabeler halesi oluşmuştu. Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Said bin Zeyd bin Amr bin Fudayl,1 Hamza, Musab bin Umeyr, Enes bin Nadr, bu halkanın ilk öne çıkanlarından idiler.(1)
Bu sahabeler ilk fırsatta müşriklerle yapılacak bir savaşa hemen katılacaklarına ahdetmiş kişilerdi. (Bu sahabelerden Enes bin Nadr, Enes bin Malik’in öz be öz amcası idi.)
Enes bin Nadr elinde olmayan sebeplerden dolayı Bedir savaşına katılamamıştı. Üzgündü, buruktu. Savaşa katılamadığından ciğerleri yanıktı. Bu günün tabir ile bunalımlara girmişti. Bedir Savaşı Müslümanların müşriklerle karşılaştıkları ilk savaştı. Nasıl olur da böyle bir savaşa katılamazdı? Nasıl olmuştu da şehadet şerbetini içmesine fırsat sunacak muharebe meydanında müşriklere meydan okuyamamıştı? Ya da, kendisi neden Bedir gazileri arasında değildi? Oysa Müslümanların canları ve malları ile cihat ettikleri ilk sahne olmuştu Bedir Kuyularının etrafı. Bu sahnede yer alamamak kahrolmasına yetmişti.
Sadece savaşa katılamamak bitip tüketmemişti onu. Efendimize olan bağlılığı da kahrolmasının nedenlerinden idi. Bir bağlılık insanı nasıl kahreder demeyiniz. Bağlılık aşk derecesinde olursa neden olmasın? Bir taraftan Allah’ı sevmenin yolu olarak Rasulüne bağlılığın kaçınılmaz olduğunu öğreniyorsunuz. Diğer taraftan sizi bataklıklardan, çirkefliklerden çıkarmak için size uzatılan elin sahibinin sıradan bir insan olmadığını biliyorsunuz. Malumunuz ki, o el merhametlilerin en merhametlisinden size uzanmış. O elin sahibi âlemlerin en şereflisidir. Dosttur O. Yarendir. İnsanlar O’na “Başım gözüm sana feda olsun” diyerek hitap etmektedir. O’nun hidayet rehberi olduğunda hiçbir şüphe duymuyorsunuz. Sadece bir rehber değil; üstelik sizin için her türlü fedakârlığı yapabileceğinden hiçbir endişeniz yoktur. Bunu da bizzat kendiniz kendi gözlerinizle müşahede ediyorsanız, bu kişiye neden bağlanmayacaksınız! İşte Nadr oğlu Enes’i bu bağlılık o derece etkilemişti ki, bağlandığı ve canından malından ve her şeyinden daha çok değer verdiği Efendisinin katıldığı savaşa katılamaması onu adeta yiyip bitirmişti.
Bedir Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasına sevinen, ancak kendisini savaşa katılanlar arasında bulamayan Enes bin Nadr radıyallahu anh, Taberî’nin, Enes bin Malik (Enes bin Nadr’in yeğeni) ten rivayetine göre bu üzüntüsünü ve aldığı kararı şöyle ifade eder:
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte ilk savaşta (Bedir) bulunamadım. Eğer Allah bana bir savaş gösterirse, bu savaşta ne yapacağımı Allah mutlaka görecektir.”
“Uhud günü” gelip de Müslümanlar yenilgiye uğrayınca şöyle dedi: “Ey Allah’ım, ben bu müşriklerin yaptıklarından uzağım. Senin yanındayım. Müslümanların yaptığından dolayı da senden özür diliyorum.” Bundan sonra Enes kılıcını kuşanıp yürüdü, Sa’d bin Muaz onun karşısına çıkınca ona şöyle dedi:
Ey Sa’d! Vallahi, Uhud’un arkasında cennet kokusunu alıyorum. Sa’d’la konuşmasını bitirdikten sonra şehit oluncaya kadar savaştı. Sa’d “Ya Rasulallah” dedi. “Ben onun yaptığını yapamadım.”
Enes bin Malik şöyle devam ediyor: “Amcamı şehitler arasında bulduk. Kılıç, mızrak ve ok yaralarından 80 küsur yarası vardı. Onu tanıyamadık. Neticede kız kardeşi geldi de, parmak uçlarından tanıdı. Enes bin Malik devam ediyor: “Biz şu âyetin, o ve arkadaşları hakkında indiğini anlatırdık: ‘Mü’minler içerisinde, Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan bazısı, sözünü tutup o yolda canını vermiştir. Bazısı da beklemektedir.”(2)
Tarih boyunca Tevhit yolunda adanmışları göz önüne getirdiğimizde, adanmışların bir kısmının anneleri ya da babaları tarafından adandığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Mesala, Hanne’nin adadığı Meryem ve İbrahim’in adanmışı İsmail aynen bu şekildedir. Her ne kadar babaları ya da anneleri tarafından adansalar da, adanmışlar bu adamaya karşı çıkmamışlardır. Adamanın bir vasi tarafından yapılması, adanmışlığın kalitesine ve adananların samimiyetlerine bir halel getirmez. Çünkü adanmışların adayanlara itirazları yoktur. Yani adanmışlar kurban değildirler. Dolayısı ile adanmışlar da adanmaya razı oldukları için onlar da kendilerini adamış olmaktadırlar.
Tevhit yolu, Nadr oğlu Enes örneğinde olduğu gibi evlatlarını, mallarını ya da sevdiklerini adamak yerine, kendi kararları ile canlarını, hayatlarını adayanlara da sahne olmuştur. Bir vasiye ihtiyacı olmadan kendiliğinden gelişen bu adanmışlık olayında samimiyet neredeyse yüzde yüzdür. Kişi herhangi bir teklife maruz kalmadan karar vermiştir. Hiç bir zorlamayla, dayatmayla karşı karşıya kalmamıştır. Kendisini adamasında kendini feda etme olgusu tek başına yeterli olmuştur.
Peki, Enes bin Nadir’i bu şekilde şehit olmasını sağlayan adanmışlık ahlakı hangi muharriklerden oluşmuştur? Birkaç tanesini ele alalım:
1) İnanç uğruna fedakârlık: Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicretlerinden sonra sosyal hayatın ilkelerini oluşturan âyetlerle karşı karşıya kaldılar. Bu arada safların netleştiği bir toplum halini alıyorlardı. İbadetlerini herkesin önünde yapabildikleri mekânlar olan camiler inşa edilmeye başlanmıştı. Öbür taraftan, inanan herkesin göğsünü gere gere “ben Müslümanım” diyebileceği bir sosyal hayat tanzim ediliyordu. Bu arada cihat ayetleri de inanan insanlara, küfre karşı dik durma enerjisi pompalıyordu. Ayrıca, inen ayetler inananlara şehit olmaları durumunda cennetler vaat ediyordu. Mü’minlerin canları karşılığında cenneti satın alabilecekleri vurgulanıyordu. Gücün değil de inanmanın üstünlüğü hem âyetlerde hem hadislerde sık sık sunulan en önemli öğretilerden oluyordu. Bunlara paralel olarak inanlar için dünya hayatının ahirete göre pek de kıymetli olmayan gelip geçici bir süreç olduğu anlayışı da Kur’an tarafından öğretilen en önemli hususlardan bir idi. Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu vurgusu ahirete inkârdan yeni yeni vazgeçmiş bir toplum için çok şey ifade ediyordu. Sahabeler Mekke döneminde daha ziyade inanmanın zorluklarını yaşamışlardı. Medine ise daha ziyade inanç uğruna daha fazla fedakârlık yapmanın yaşanacağı bir mekân olmak durumunda idi. İşte Enes bin Nadr için Bedir’de kaçırılan inancını isbat etme fırsatı Uhut’da doğmuş oluyordu.
2) Sevdikleri için feda-i hayat eylemek: Sevmek kuru kuruya gerçekleşecek bir duygusal hareket değildir. Dost olmak vermeyi gerektirir. Vermeden dostluktan bahsedilemez. Sizi yaratıp, sizlere hesapsız rızık verene cimri davranmanızın adı, nankörlüktür. Hele hele sevdikleriniz sizin fedakârlığınızı daha anlamlı ve daha büyük mükâfatlarla ödüllendirecekse fedakârlık yapmaktan nasıl geri durabilirsiniz? Bir tarafta ebedi bir hayatta en yüce mertebeler var diğer tarafta sevdiğinize bigâne kalarak dünya hayatının sahte nimetlerini tadarak yaşamak var. Enes bin Nadir sevdiklerini razı etmeyi seçti. Allah ve Rasulünü razı etmenin neler getireceğini iyi hesap etmişti. Önce Rasulüne bağlılığını öne çıkartmıştı, o yüce sahabe. O’nu öyle sevmişti ki, O’nun katılığı ilk muharebeye katılamamayı dostuna vefasızlık addetmişti. O’nun yanında olmayı dünyalara bedel saymış ve Uhut savaşını dört gözle bekler olmuştu.
3) Rabıta-i mevt: İnancı uğruna her şeyden vazgeçebilmeyi göze almış bir insanın, dünya hayatının cezbedici nimetlerine takılıp kalması asla mümkün değildir. İşte, kendisi için Rasulllah’ın yanı başında savaşırken şehit olmayı ideal olarak benimsemiş Enes bin Nadr da dünya hayatını olmazsa olmaz biçiminde değil; yaşanması gereken, gelip geçici bir süreç olarak yaşıyordu. Buna mukabil hayallerinde şehit olmaktan başka bir şey olmadığından ölümle rabıta yaparak soluk alıp veriyordu. Adeta “Ölümsüzlüğü tattık/Bize ne yapsın ölüm.” diyenlerden bir olmuştu. Öyle ya, ölümden korkan kişi dünyayı nasıl terk edebilir ki?
4) Ahiret hayatının öncelenmesi: Sahabe arasında dünya hayatını günümüzdeki kadar önceleyen bir örneğe rastlayamayız. Mesela, bütün hayatını sadece bir ev yaptırmak için harcayan, bunun için faize bulaşan, adaletsizlikler yapıp, namazlarını terk eden, üstelik inşaatı bitirince evinde oturamadan ahirete irtihal eden zavallı örneklere rastlayamayız. Çünkü onlar dünya hayatının bir “gölgelenme” kadar gelip geçici olduğunu bir birlerine sadece okuyup durmuyorlardı. Onlar inandıklarının gereklerini de yerine getiriyorlardı. Ahiretin daha üstün olduğunu bildiklerinden dünya hayatının renklerinden gözleri kamaşmıyordu. Onlar peşin uğruna veresiyeyi arkalarına atmıyorlardı. Gelip geçici bir dünya uğruna kendilerini heba etmiyorlardı. Onlar gelip geçiciliğin alternatifi olan ebediliği önemsiyorlar, onun uğruna canlarını feda ederek ticaretlerini kazanca dönüştürüyorlardı. Nadr oğlu Enes de onlardan biri olarak bir adanmışlık örneği oldu. Darısı bizlerin başına.
(1) Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Dini Kuran Dili, cilt. 6,s,3858
(2) Ahzap Suresi: 23.âyet.
Rivayetin kaynakları: Taberi, 20/85; Vakidi, Esbabu’n-nüzul, 237; Buhari, Tefsir,33/3; Ahmet bin Hanbel, Müsned, 4/1936