Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak ile “Anayasa” üzerine Mülakat

Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak:
“ANAYASA DEMOKRATİK, ADİL VE ÖZGÜRLÜKÇÜ OLMALIDIR”
İlkadım: Sayın Hocam, öncelikle çağdaş bir anayasa hangi değerler üzerine kurulmuş olmalıdır?
Mustafa Kamalak: İnsanın temelleri üzerine kurulmalıdır. Çünkü her şeyin temelinde insan olduğu gibi her şeyin amacı da insan olmalıdır. Hatta dinlerin bile amacı insandır. İnsanın mutluluğu, huzuru ve refahıdır. Bu münasebetle çağdaş anayasalar mutlak suretle insani temeller üzerine kurulmalıdır. Bu kavram tabi ki soyut bir kavramdır. Konuyu açtığımızda şu üç unsurun orada vazgeçilmez olduğunu görürüz. Bizim dünya görüşümüze göre çağdaş bir anayasa üç hususu temel unsur olarak almalıdır:
1. Anayasa demokratik olmalıdır.
2. Anayasa adil olmalıdır.
3. Anayasa özgürlükçü olmalıdır.
Kısacası anayasa sacayağı gibi bu 3 temel üzerine kurulmalıdır diyoruz.
İlkadım: İnsan haklarına dayalı anayasa ve insan haklarına saygılı anayasa, bu kavramlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeni anayasa hangi yaklaşımı esas almalıdır?
Mustafa Kamalak: İnsan haklarına saygılı anayasa ile insan haklarına dayanan anayasa kavramları birbirine yakın gibi gözüküyor hatta zaman zaman özdeş gibi kullanılıyor ama aralarında çok muazzam bir fark vardır. Mesela, olayı basite irca etmek için belirtelim. Bir kimseye saygı duyarken veya saygı göstermek için ceketin düğmesini ilikleriz, önünde saygıyla da eğiliriz. Bu, karşıdaki muhataba saygılı olduğumuz anlamına gelir. En azından görünüş itibariyle. İnsan haklarına dayalı anayasada ise o olmadan olmaz. Yani bir şeye dayanıyorsa, o dayandığımız nesne olmadan bizim ayakta durmamız mümkün değil. Ama bir kimseye saygı duyuyorsak, o olsa da biz ayakta durabiliriz olmasa da ayakta durabiliriz. Bizim anladığımız anlamda modern bir anayasa, çağdaş bir anayasa insan haklarına saygılı anayasa değil; insana haklarına dayanan bir anayasa olmalıdır. Demin belirttik, sacayağı gibi üç temel unsur ortaya koyduk. Bu unsurlara dayanan anayasa olmalı. Bunlar olmadan nasıl ki sacayağı yahut onun üzerine konulmaz sac yahut tencere ayakta duramaz ise bizim açımızdan da bu üç temele dayanmayan bir anayasa çağdaş, demokratik bir anayasa olamaz.
İlkadım: Hocam, 1982 anayasasının aksayan yönleri ne idi ve bu aksamaları giderebilmek için öncelikle nelere dikkat edilmelidir, yeni anayasa yaparken?
Mustafa Kamalak: Teşekkür ederim. Bu sorunuz bir fıkrayı hemen aklıma getirdi. Affedersiniz deveye sormuşlar, “boynun neden eğri” diye. O da cevap vermiş “nerem doğru ki?” 82 anayasasının aksamayan yönü mü var ki? Her şeyden önce milletten korkan bir anayasadır yahut milleti sindirmeye yönelik bir anayasadır. Millete karşı devleti, hükümeti koruyan bir anayasadır. Öyle olunca da tabi, korku üzerine kurulu bir anayasadır.
Aslında sadece 1982 anayasası değil korku üzerine kurulu olan. Onun anası da milletten korkuyordu. O anayasanın anası da 1961 anayasasıdır. Çünkü biliyorsunuz 1961 anayasası darbelerin anayasasıdır. 27 Mayıs darbesi de darbelerin anasıdır. Niye öyle? Çünkü Demokrat Parti 1950’de ezici bir çoğunlukla iktidara gelmiş. 54’de oylarını daha da arttırmış, %58 nispetini yakalamış. 1958’de yapılması gereken seçimler, bir yıl öne alınmış 1957’de yapılmış. Demokrat Parti yine ezici bir çoğunlukla ki tek başına iktidar. Bu minval üzere gidildiği taktirde belirli çevreler görüyordu ki 1960 veyahut 1961 de yapılacak olan seçimi de yine Demokrat Parti kazanacaktır. Çünkü Demokrat Parti’nin seçmen profili sağ cenahtır. Bu profili kısa sürede değiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla 1960’da yahut 1961’de 1964’de yahut 1965’de yapılacak olan seçimlerle Demokrat Parti’yi iş başından uzaklaştırmak, etkin çevrelerin istediği bir partiyi iş başına getirmek mümkün gözükmüyordu. Bu sebeple ki darbe yapıldı. Darbe yapıldı ama demokrasinin gelişmekte olduğu bir dönemde darbecilerin sürekli olarak iş başında kalması mümkün değildi. Dolayısıyla iktidarı en azından görünüş itibarı ile sivillere terk etmek zorunda idi. Ancak sivillere terk ederken egemen güç yahut çarpık zihniyet, demokrasiden korkan düşünce, halka güvenmeyen çevreler, kontrolü elde tutabilmek için bir takım güvenlik mekanizmalarına başvurdular. Yani “biz iktidardan çekilmiş olsak bile ipler bizim elimizde olmalıdır” diyorlardı. Nitekim öyle de oldu zaten.
Şunu kabul etmek lazım. Onurumuza dokunsa da, gururumuzu zedelese de, demokrasiyle bağdaşmasa da, gerçek şudur ki 1960 darbesinden bu yana gerçek anlamda milli irade iktidar yapılmamıştır. Siviller iş başına gelmiştir ama ipler hep dayatmacı zihniyetin elinde olmuştur. Mesela 61 anayasasına baktığımızda darbeciler “tabii senatör” olarak kalıyor orada. Meclis iki kanatlı hale getirilmiş. “Büyük Millet Meclisi” ve “Senato”. Darbeciler orada ölünceye kadar tabii senatördür. Bu bir. Cumhurbaşkanının 15 tane “kontenjan senatör” seçme yetkisi vardır. Cumhurbaşkanını da zaten darbeciler seçecektir. Öyle de olmuştur. Âkiller heyeti diyebileceğimiz, bir bakıma kontrol meclisi mesabesinde olan senato oluşturulmuştur. Meclisin üzerinde; bütün bunlara rağmen -olur ya- barlardan bazı kanunlar vs. gözden kaçabilir, geçebilir, bariyerleri aşabilir; bunun için de Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Yassı Ada’nın etkin hâkimleri, Menderes’i ipe götürenler buraya üye yapılmıştır. Yani darbeci zihniyet fikren, zikren ve fiilen iş başındadır. Ama bu da yetmemiş, 1971’de mevcut anayasa adeta ruh değiştirmiştir.
Biliyorsunuz 12 Mart 1971’de muhtıra verilmişti. O muhtıra ile darbe zihniyeti daha bir yenilenmiştir. Genelde Anadolu’da cuma akşamları yatsı namazını müteakiben, imamlar tecdid-i iman ve tecdid-i nikahta bulunurlar. Yani iman tazelerler. İşte 12 Mart muhtırası ile de darbe bir bakıma o alana kararlılığını ifa etmiş, darbe düşüncesini yenilemiştir. Sayın Demirel şapkasını alıp başbakanlıktan gitmiştir. Aslında meclis de “görünüşte” iş başındadır ama talimatlara, direktiflere açık haldedir. Milletin iradesini değil darbecilerin emir ve talimatlarını yerine getirmekle görevli hale düşürülmüştür.
Bu da yetmemiş, neticede; 12 Eylül 1980 darbesi yapılmış, dayatmacı zihniyet kendi iradesini millete dayatmıştır. İşte 82 anayasasını anlayabilmek için bu süreci bilmemiz gerekiyor. Bunun özü şudur: “Biz ne kadar darbe yapsak da” diyor darbeci zihniyet; “demokrasiye yöneldiğimiz zaman, sandık başına gidildiği vakit bu millet iş başından uzaklaştırdığımız zihniyeti yine iş başına getirecektir. Şu halde bu kadar tecrübeden sonra buna imkân verilmemelidir.” Bunun için de zaten seçmen profili değiştirilmek istenmiştir. Yeni bir seçmen yapısı oluşturulsun istenmiştir. Bugünkü terörün vs. sebebi de bu düşüncedir. Yani başka bir ifade ile ülkede huzuru, barışı, güvenliği sağlamakla görevli olan güç, yanlış düşüncelerle seçmen profilini değiştireceğim diye darbeci bir nesil yetiştirmiş, dolayısıyla terörist bir jenerasyon meydana getirmiştir.
İlkadım: Yeni yapılacak olan anayasada bunların önüne geçmek için ne gibi önerilerde bulunursunuz?
Mustafa Kamalak: Milletin ruh köküne dayanmayan hiçbir kanun kurtarıcı olamaz. Gerçeklerden uzak olan düşünceler de varlığını sürdüremez. Bu ülkenin çimentosu İslam’dır. İslam’ı dışlayan hiçbir parti, hiçbir sistem, hiçbir kanun, hiçbir anayasa hükmü bu ülkede büyük birliği, bütünlüğü sağlayamaz kesin olarak. Çünkü bu millet bin küsur yıldan bu yana bu temel üzerine dayanıyordu. Bu temel üzerinde yaşamıştı. Bu temeli sarstığımız takdirde çatıyı ayakta tutamayız. Muhteşem bir bina düşünelim. Bu binanın birçok katı, birçok odası olabilir. Temel kayarsa ne bu katlar ayakta kalabilir, ne de o odalar, ne de çatı. Bu ülkenin birlik harcı, bütünlük harcı İslam’dır.
Genel seçimlere gidilirken 25 Şubat 1994 tarihinde merhum Erbakan Hocamız Bingöl’deki bir açık hava toplantısında etkin çevrelere, darbeci zihniyetlere sesleniyordu. “Bre gafiller, bu milletin evlatları bin küsur yıldan bu yana okula başlarken Besmele-i Şerife ile başlardı. Siz bunu değiştirdiniz. Ne dediniz? “Türküm, doğruyum, çalışkanım.” Siz bunu derseniz öteki de ben Kürdüm, daha çalışkanım daha doğruyum deme hakkını elde eder.” Diyordu. Hoca bu sözlerinden dolayı cezalandırıldı. Bunun neresi yanlıştı? Bir an için yanlış olduğunu kabul edelim. Peki, aradan 17 yıl geçti. Terör durdu mu? Azaldı mı? Cezalandıran zihniyet mi daha doğru karar veriyordu yoksa o yanlışa dikkat çekip çözüm öneren kişi mi? Geriye dönüp baktığımızda dayatmacı zihniyetin özür dilemesi lazım. Erbakan’ın mezarını ziyaret edip “Hocam affet bizi” demesi lazım. Vaka budur.
Bizi bin yıl bir arada tutan değerler belli. Bunları bir tarafa bırakarak, şurada şu esaslara dayanırsak kardeşliği tesis ederim, birliği sağlarım demek kendimizi kandırmaktan başka bir manayı ifa etmeyeceği gibi şehit kanlarının daha fazla akmasına yol açar. Hadise budur.
Şimdi bu noktaya gelince iki hususa dikkat çekmek isterim. Yeni anayasa yapılırken yahut yapılması tartışılırken iki yanlış bir arada yapılıyor. Bu yanlışlardan birisi topluma yeni anayasanın bütün problemleri çözeceği gibi bir hava pompalanmaktadır. Yani yeni anayasa geldiği takdirde ülkenin bütün problemleri sanki çözülecekmiş gibi bir söylem kargaşası devam edip gidiyor. Bu yanlıştır. En azından hatalıdır. Çünkü Türkiye’de sürekli tırmanan terör, “anayasa bizim istediğimiz şekilde olmadığından dolayı böyle yapıyoruz” demiyor. “Anayasayı düzeltin” diye yapılmıyor bu terör olayları. Kaldı ki anayasa 1982 tarihlidir ama Türkiye’de terör münasebetiyle toplu katliam 1984 yılında cereyan etmiştir. İki yıllık süre içerisinde anayasadan dolayı terör kaynaklanmadı. Bunun temeli 1960’lara dayanıyor. Seçmen profilini değiştirme düşüncesi var ya, oralara dayanıyordu. Çünkü solcu bir nesil yetiştirilmek isteniyordu. Bu solcu neslin de temel özelliği İslam’dan uzak olması idi. Gelinen nokta budur.
Hükümet, açılım programını deklare ettiği, açıkladığı zaman, -nedir o da belli değil hala ya- ben o “Açılımın Açmazı” diye zaman makaleler yazdım.. Şunu diyordum öncelik itibarı ile:
İslam’ı dışlayan hiçbir program terörü durduramaz. Hükümet ise çözüm önerisi olarak İslam’ı ileri süremez. Peki, o tarihten bu yana açılım oldu, bitti mi terör? Hayır! Her gün binlerce defa yazık ki, üç beş şehit cenazemiz geliyor. Allah onlara rahmet eylesin, ailelerine de Rabbim sabr-ı cemil ihsan eylesin. Milletimizin başı sağ olsun.
Şunu demek istiyorum. Topluma sürekli olarak yoğun biçimde yeni bir anayasa yapıldığı takdirde bütün problemler çözülecekmiş gibi bir hava estiriliyor. Bu yanlış. Mesela yeni anayasa yapılır yapılmaz terör duracak değil. Yeni anayasa yapıldı diye işsizlik sona erecek değil. Yeni anayasa yapıldı diye cari açıklar kapatılacak değil. Yeni anayasa yapıldı diye sınır tanımayan dolar hızını kesecek değil. Yeni anayasa yapıldı diye gelir dağılımındaki adaletsizlik kendiliğinden düzelecek değildir. Böylece tespit etmemiz lazım.
İkinci bir hata da sivil anayasa deniliyor. Sivil anayasa denilince şunu anlıyoruz genelde: Mevcut anayasayı biraz önce belirttiğimiz süreç dahilinde TBMM’nin kapısına kilit vuran darbeci bir zihniyet yapmıştır. Yani asker yapmıştır. Şu halde yeni anayasayı da siviller yapmalıdır gibi bir mana çıkıyor. Biz diyoruz ki anayasa tüm toplumu kuşatan, herkes için bağlayıcı olan, temel kurallardan oluşan bir metindir, sosyal sözleşmedir. Bu sosyal sözleşmenin yani anayasanın asker tarafından yapıldığı takdirde bozuk, siviller tarafından yapıldığı takdirde mükemmel olacağına ilişkin elimizde hiçbir karine yoktur. Başka bir ifade ile sivilin yaptığı anayasanın askerin yaptığı anayasadan daha mükemmel olacağına ilişkin elimizde bir delil yoktur. O münasebetle anayasayı kimin yaptığı önemli değil, anayasanın nasıl bir anayasa olduğu önemlidir.
İlkadım: Peki bu nasıl sağlanacaktır?
Mustafa Kamalak: Biz onun için sacayağı gibi üç temele yahut üç sütuna dayanması gerektiğini ifade ettik. Birincisi anayasa demokratik olmalıdır. Ne demek bu? Toplumun her kesiminin düşüncesini içeren bir anayasa olmalıdır. Toplumun hemen her kesiminin düşüncesi alınır, yazılı veya sözlü olarak. Sivil toplum kuruluşları, çeşitli dernekler var. Kamuoyu araştırmaları var. Şu veya bu şekilde toplumun her kesiminin düşüncesi bir şekilde elde edilir, kompoze edilir, değerlendirilir ve anayasa dediğimiz metne işlenir. İşlenmesi lazım. Böylece toplumun hemen her kesimi kendisini o metinde bulur. “Bu anayasa benim anayasam” deme imkânına kavuşur. Böylece anayasayı sahiplenen geniş bir taban oluşur. Demokratik anayasa derken bunu kastediyoruz.
Bu şarttır ama yetmez. İkinci olarak anayasa adil olmalıdır. Adil anayasadan ne anlaşılmalı? Tabii adaletin yüzlerce tarifi var. İki kere iki dört edercesine “adalet şudur” dememiz mümkün değil. Ama öyle de olsa toplumun genel bir adalet anlayışı vardır. Bir olay karşısında bir hükümle karşılaştığımız zaman “biz olsaydık burada nasıl karar verirdik” diye kendi kendimize bir soru sorduğumuzda “evet ben de böyle karar verirdim” diyebilmeliyiz. Mevcut prensipler dâhilinde verilmiş yahut verilecek olan kararların bizim düşüncemiz paralelinde olduğunu görmemiz gerekir. Böylece toplum, söz konusu anayasayı daha bir sahiplenir. Başka bir ifade ile anayasa sadece yönetenlerin, anayasayı yapanların, güçlülerin değil aynı zamanda alt tabakaların, mazlumların da hakkını korumalıdır. Çünkü hak kutsaldır. Merhum Akif , ‘İstiklal Marşı’ şairimiz der ki: “Hâlik’ın nâmütenahî adı var, en başı Hak/ Kul için ne büyük şey hakkı tutup kaldırmak”. Hak merkezli olmak durumunda. El adlü esas ül-mülk: Adalet mülkün temelidir. Eğer bir takım gelişmeler, olaylar bizim aleyhimize olsa bile adaleti gözetmeye mecburuz. Böyle olması lazım.
Üçüncü bir unsur, sacayağının üçüncü unsuru da anayasanın özgürlükçü bir anayasa olmasıdır. Bütün peygamberlerin geliş amaçlarından birisi insanları özgürlüğe kavuşturmaktır. Hür iradeleri ile karar versinler diye, doğru yolda yürüsünler diye. Tarihe baktığımızda bütün peygamberler ceberrut rejimlere karşı direnmişlerdir. Aslında Dünya’nın en büyük devrimcileri peygamberlerdir. Çünkü kurulu düzeni devirmişlerdir. Firavunlar’ı, Nemrutlar’ı devirmişlerdir. O manada diyoruz ki Türkiye’mizde yeni yapılacak olan anayasanın mutlaka özgürlükçü olması lazım. Bunu da somutlaştırmak gerekir. Ne demek özgürlükçü anayasa?
Bir anayasa inanç hürriyetini ve özgürlüğünü mutlak suretle teminat altına almalıdır. Misalen, bir hanım kız, devletin koymuş olduğu bariyerleri aşarak, bütün sınavları başarıyla geçerek üniversite kapısına geldiği takdirde “başını aç da öyle gir” denmemelidir. Yani inançla devleti karşı karşıya getirmemelidir. Neticede kaybeden devlet olur. Tarih bunun en canlı şahididir. Nitekim en büyük Yunan felsefecisi olarak kabul edilen Eflatun’a soruyorlar:
“Devlet adamının dine bakışı nasıl olmalıdır?” Diyor ki;
“Devlet adamı (yani prens, kral) dinsiz olsa bile topluma karşı dindar gözükmeye mecburdur. Çünkü tarihte çeşitli kavimleri bir araya getirip birlikte tutan dini duygular kadar başka bir müesseseye rastlanmamıştır”
Bu görüş bizim modern -tırnak içinde söylüyorum- aydınlarımızın aksine bir görüştür. Çünkü bu ülke 28 Şubat’ı yaşadı. Bu ülke 27 Mayıs’ı yaşadı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşadı. Buralarda sürekli olarak sözüm ona ‘irtica ile mücadele’ önde tutulmuştur. İrtica dedikleri de İslam’ın kendisidir. İşin realitesi bu. Eski Yunan’da Eflatun bizdeki uygulamanın tam aksine küfürle mücadele kanunu öneriyordu. Üç aşamalı bir kanun önerdi Eflatun. Tanrıyı mutlak suretle inkar edenler için idam hükmü öngörür. Dini kurallara uymayanlar için aşamalı bir ceza öngörür, belirli ileri gidenler için de idamdan önce gelmek üzere hapis cezaları öngörür.
Kısacası devlet dinle mücadeleyi bir tarafa bırakmalıdır, bu bir. Öbür taraftan yeni anayasa tam anlamıyla fikir özgürlüğünü de teminat altına almalıdır. Fikir özgürlüğü derken tabi ki beyan özgürlüğü, ifade özgürlüğü de bunun içindedir. Yoksa kişi düşünüyor ama söyleyemiyorsa burada özgürlükten bahsedilemez.
Şunu belirtmek isterim ki düşünmek zor bir eylemdir. Doğru düşünmek, sağlıklı düşünmek ise daha zordur. Nitekim günlük hayatta görürüz; adamlar elbette düşüncesini söylüyor ama çok affedersiniz saçma sapan beyanlarda bulunuyorlar. Adam düşünüyor ama sağlıklı düşünmüyor, doğru düşünmüyor, o münasebetle diyoruz ki düşünmek zor ama sağlıklı düşünmek, doğru düşünmek çok daha zor. Nitekim Peygamber (Sav) Efendimiz bile dua ederken ‘Allah’ım bana eşyanın hakikatini göster’ diyor. Yani gerçek nasılsa o şekilde. Şimdi gerçeği bulduktan sonra onu doğru dürüst ifade edebilmek de daha zor. Aşama aşama gittiğimizde çok daha zor. Diyelim ki gerçeği bu kadar süreçten geçirilerek, çeşitli bariyerlerden geçtikten sonra beyan edeceğiz. Bunu bir de cezai yaptırımlarla engelleyecek olursak o zaman toplum doğru düşünceyi, gerçeği nasıl elde edecek? Doğru düşüncenin ne kadar zor olduğunu, güç olduğunu belirtmek için bir hatırlatma yapalım. Galileo ‘Dünya dönüyor’ demiş. Hâlbuki Galileo’den önce insanlık belki binlerce yıl yaşamıştı ama Galileo diyor ki ‘dünya dönüyor’. Bunu söyledi diye idamla yargılanıyor. Ama dünya dönüyor, yani doğru düşünceyi yakalamanın ne kadar zor olduğunu belirtme bakımından bu misali hatırlamak sanırım çok önemli bir gerçeği ifade etmektedir. O münasebetle yeni anayasa şiddet içermeyen, küfre dayanmayan, muhatabı rencide etmeyen düşünceleri mutlak suretle teminat altına almalıdır. Efendim kurulu düzeni sarsıyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor, yok şöyle diyor, yok şunun propagandasını yapıyor gibi gerekçelerle düşüncelerin önüne set çekilmemelidir.
İlkadım: ‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir‘ diye bir söz var. Anayasamızdaki değişmez ve değişmesi teklif dahi edilmeyen maddelerin yer alması bir çelişki oluşturmuyor mu? Modern ve sürekli değişen, gelişen bir toplum için değişmeyen maddelerden söz edilebilir mi? Yine edilirse bile bu maddelerin içeriği ve ifadelendirilişi hakkında ne düşünürsünüz? Bir başka ifade ile değişmez maddeler modern yaşamın gereklerine göre yeniden dizayn edilebilir mi?
Mustafa Kamalak: Ben 1991 yılında “Nasıl Bir Anayasa” diye bir makale yazmıştım. Üniversitede doçenttim o zaman. Orada bu hususla ilgili düşüncelerimi net olarak ortaya koymuştum. Misalen şunu diyordum:
Bugünkü nesil Türkiye’nin problemlerini bütünüyle halletmiş mi ki kendi problemini çözmüş mü ki gelecek nesillerin iradesine ipotek koyuyor. Ve şöyle bir mantık yürütüyordum; bu günkü nesle desek ki biz “sen babandan, dedenden daha gerisin” herhalde bunu kabul etmez. Peki, bizim torunlarımızın bizden daha geride olacağını kim iddia edebilir. Bakın teknoloji hızla ilerliyor, bilim çağında yaşıyoruz. Mesela demiştim ki “Türkiye’nin başkenti Ankara’dır.” Benim Ankara ile bir kavgam yok ama o gün şartlar bunu zorladığı için Türkiye’nin başkenti Ankara oldu. Farz edelim ki Türkiye’nin yarınları bakımından şartlar zorlayabilir, başkentin Diyarbakır olması yahut Erzurum olması ülkenin belki de daha fazla lehine olabilir. 1996 yılında meclise milletvekili olarak geldiğimde büyük gazetelerimizden birisi sekiz sütununa manşet yaptı bunu. “Refah Partisi milletvekili Prof. Mustafa Kamalak, başkentin Ankara olmasının şart olmayabileceğini öneriyor” dedi. Ben aradım o yazarı. Dedim ki, “Sayın Üstad, Ben onu beş altı sene önce üniversitede doçentliğimde ve şu gerekçelerle yazdım.” Dedi ki, “Sayın Hocam, siz onu yazdığınızda bir öğretim üyesiydiniz ama şimdi bir siyasi partinin milletvekilisiniz”. Dolayısıyla milletvekili olmam hasebiyle benim üzerimden partimi suçlamak için sekiz sütuna manşet yapılıyordu.
Şimdi benim açımdan, ferden, bir anayasada değişmez hükümlerin olmasının ciddi bir temeli olamaz. Şartları zorlayınca değişiyor. Eğer belirli kuralları, belirli değerleri, anayasa hükmüyle kanunları uygulayabilseydik Osmanlı İmparatorluğu şu an bütün ihtişamıyla hayatta olması gerekirdi. Çünkü 1876 Kanun-i Esasi’de “Memalik-i Osmaniye bölünmez bir bütün”dü ama şu an Memalik-i Osmaniye yerinde yeller esiyor. Otuz küsur devlet oluşmuş.
Buna rağmen gelecek nesillerin de savunabileceği bir takım ortak değerler var. Mesela sanıyorum hiçbir nesil kendi devletinin yok olmasını istemez. Şu anda devletin korunmasıyla ilgili temel bir madde olmalıdır diye düşünüyorum. Hiçbir nesil kendi ülkesinin bölünüp parçalanmasını istemez. Bununla ilgili de yani gelecek nesillere mesaj verme bakımından biz bu ülkeyi sana emanet bırakıyoruz anlamında böyle bir hüküm de konabilir diye düşünüyorum. Üçüncü bir konu da Türkiye’mizin şu aşamada birliğe bütünlüğe ihtiyacı var. Yeni tartışmalara meydan vermemek için devletin şekliyle ilgili kural da değişmezler arasında sayılabilir diye düşünüyorum. Yani bu üç husus istisna olabilir.
Gelecek nesil tabi değiştirebilir ayrı bir konudur ama Milli Görüş açısından Saadet partimiz yönünden şu an için ülkenin tartışmaya tahammülü yok diye düşünüyoruz. Yeterince tartışılacak konu var. O münasebetle devletin şekli de değişmezler arasına alabilir. Özetlersek devletin şekli ve birliği ile ülkenin bölünmez bütünlüğü değişmez hükümler arasında yer almalıdır diye düşünüyorum. Bunun dışında misalen Ankara’nın başkent olmasıyla ilgili problemimiz yok, hukuk devletiyle ilgili bir problemimiz yok; zaten onun tesisi için çalışıyoruz ama bunların anayasada değişmez maddeler olmasının fazla bir anlamının olduğunu düşünmüyorum. Asıl olan temel değerlerin milletin vicdanında yer almasıdır.
Misalen İngiltere’de yazılı bir anayasa yok, üstelik orası krallık yani İngiltere Krallığı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise cumhuriyettir ve demokrasidir. Bunların değişmesi teklif bile edilemez ama bakalım şimdi İngiltere’deki krallık mı daha demokrat, Türkiye’deki Cumhuriyet mi? Hiç şüphesiz ki İngiltere’deki krallık daha meşrudur halk nezdinde. Demirel’e atfedilen bir hatıra var. Sanıyorum 1965’lerde olacak, Londra’yı ziyaret ettikleri bir sırada kraliyet askerleri muhafız alayı oradan geçerken Sayın Demirel elini arkadan birleştirmiş anlatılanlara göre. Oradaki bir kadın uyarıyor, “indir elini, bu geçen kraliyet ordusudur, kraliyet askeridir.” Diyor. Çünkü o değer o şekilde yerleşmiş, o makamın halk nezdindeki itibarından dolayı o orduya, o askere saygı duyuluyor. Tıpkı bizim bayrağa, istiklal marşına saygı duymamız gibi. Yani asıl olan belirli değerlerin toplum tabanına yayılmasıdır. Onun için işte biz diyoruz ki anayasa demokratik olmalıdır.
İlkadım: İnsan hak ve özgürlüklerinin sınırları ve sınırlandırılması konusunda ne düşünüyorsunuz? İnsan hakları söylemi ülkenin ve toplumun birlik ve beraberliğinin sağlanması açısından bir tehdit olarak değerlendirilebilir mi? Yeni anayasada insan hak ve özgürlüklerinin çerçevesi nasıl bir yaklaşımla çizilmelidir?
Mustafa Kamalak: Konuşmamızın başında da ifade ettim. İnsan merkezli bir anayasa. Anayasanın her bir kuralı insanın yani kendi insanımızın huzurunu, mutluluğunu istikbalini, geleceğini teminat altına almalıdır. Bunu diyoruz biz. Çünkü dinlerin bile amacı insan. Öyle olunca anayasanın amacı haydi haydi insan olmalı. İnsanın haklarının sınırına gelince tabi ki başkalarının haklarıyla çatışmamalıdır. İster istemez bazı çatışmalar olabilir. Burada Pareto optimumu denilen bir kavram devreye girebilir. Pareto optimumuna göre bir kimsenin haklarını genişletirken başkalarının haklarına bir kısıtlama getirmiyorsa bu hak tanınmalı o vatandaşa. Mesela ne olabilir bu. Somut bir örnek verelim. İsrafı önleyerek fakirlere destek olabiliriz. Devlet israfı önlemek için çöpe giden ekmekleri çöpe değil de fakir fukaraya yönlendiriyor. Bunu yapmak lazım diyorum. Yani başkalarının hürriyetini kısıtlamadan birilerine hürriyet verme imkânımız varsa bunu yapmak lazım.
İkincisi, birilerine hürriyet verirken diğerinin hürriyetini kısmen sınırlandırmakla beraber verdiğimiz hürriyete nispetle kısıtladığımız hürriyet daha az ise bunu da yapmak lazım diyor Pareto optimumu. Nedir o? Mesela zenginlerden alıp fakirlere vermek gibi. İşte artan oranlı vergiler var misalen. Şöyle diyelim, topluma baktığımızda da bunu zaten görürüz. Bir kısmı aşırı beslenmekten kilo almış filan genişliyor. Öbür tarafta Afrikalı’ları düşünelim. Gerçi ülkemizde de Afrikalı’lar gibi olanlar var. İşte bu gibi durumlarda yeni düzenlemeler yapmak gerekir diyorum. Bunun uygulamasını hiç değilse teorik bazda artan oranlı vergilerde görüyoruz ülkemiz bakımından. Zenginlerden, mali gücü yüksek olanlardan artan oranlar dahilinde vergi alınması. Mesela alt tabakada %15 vergi alırken dilimler usulü gittikçe oran yükseliyor. Bunun gibi neticede optimal huzuru sağlayabilmek için denkleştirilmiş adalet dediğimiz kavramı devreye sokmak gerekir diye düşünüyorum. Yani ezenle ezilene mahal vermemek, mutlak anlamda hakkaniyeti gözetmek, toplum huzurunu sağlamak için haklar kavramının sınırının hassasiyetle çizilmesi lazım. Bu da tabi ki kolay değil ama imkânsız da değil. Çünkü hak kavramını somut bir biçimde ifade etmek, iki kere iki, dört edercesine ortaya koymak mümkün değil ama her toplumun genel bir hak anlayışı vardır. İşte toplumun genel anlayışını kanaatimce anayasamızın hak ve adalet anlayışına temel yapmak lazım diye düşünüyorum.
İlkadım: Yeni anayasa hak ve sorumluluk dengesini nasıl sağlayabilmelidir?
Mustafa Kamalak: Hak kavramı, sorumluluk kavramı soyut kavramlardır. Zaten anayasa da hukuk kurallarının en soyutunu oluşturur. Burada toplum vicdanına dayanmak gerekir. Anayasa koyucu zaman zaman kendisini toplumun en alt tabakasında mütalaa etmelidir. Ancak öyle bir yaklaşımla kanaatimce denkleştirici adaleti sağlayabiliriz.
İlkadım: Son dönemlerde özellikle eğitim hakkı, inanç özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi bir takım özgürlükler çok fazla tartışma konusu yapıldı. Bu hak ve özgürlüklerin sınırları konusunda parti olarak görüşünüz nedir? Yapılan tartışmalarda yaşanılan çıkmazlar nelerdir ve çıkışlar nasıl bulunabilir?
Mustafa Kamalak: Eğitim her toplum için son derece önemlidir. Biliyorsunuz Yüce Kitabımızın ilk ayeti “Oku” emriyle başlar. Bu münasebetle okumak isteyen gençlerimizi teşvik etmemiz lazım. Mutlaka en önde tutmamız lazım. Devletin yapısı ile biçimi uyuşmuyor şeklinde gerçeğe aykırı yaklaşımlarla gençlerimizin, çocuklarımızın eğitim hakları asla engellenmemelidir. Biraz önce milletin ruh kökünden bahsettik. Eğitim olsun, hukuk olsun, eğer toplumun ruh köküne dayanmıyorsa, toplum tarafından benimsenmiyorsa o eğitim sisteminin de bu hukuk yapısının da toplum tarafından benimsenmesi, rağbet bulması, korunması mümkün değildir. Nitekim mevcut anayasa bunun somut bir örneğidir.
Bu anayasanın belki de en faydalı tarafı bizim için iyi bir örnek teşkil ediyor olmasıdır. Niye? Çünkü 1982 yılında halkımızın yüzde 93 nispetindeki kabul oyu ile yürürlüğe girmiştir. Ama aradan henüz 5 sene bile geçmeden, yapıcıları bile iş başında iken ve hatta Kenan Evren Paşa’nın Cumhurbaşkanı olarak “bu anayasanın bir virgülüne bile dokundurtmam” dediği bir dönemde 1987 yılında bir değişikliğe uğramıştır. O tarihten bu yana da 17 defa değişikliğe uğramış, 100’den fazla maddesi değişmiş. Birçok madde birçok defa değişmiş. Şu an ise bütünüyle sahipsiz. Toplumda kime sorarsak soralım “bu anayasa değişmeli” diyor. Niye değişmeli? “Niye olduğunu bilmem ama değişmeli” diyor. Gerekçesini elbette okuryazar üst tabaka biliyor. “Darbe anayasası” diyor. “Meclisin kapısına kilit vuran bir iradenin ürünüdür” diyor. “Vesayetçi” diyor vs. Ortada bir gerçek var ki bu anayasanın bugün için sahibi yok. Eğitim sistemleri de öyle.
Bakıyoruz 1948’lerde 49’larda cenazeyi kaldıracak, cenazeyi yıkayacak hoca bulunamadığı için imam hatip kursları düzenlenmiş, düzenlenmek mecburiyetinde kalınmış ama sonra o kurslar okullara dönüştürülmüş. Anadolu insanı yememiş içmemiş yahut çoluğunun çocuğunun rızkından bir kısmını kesip bu okulların binasına bir tuğla da ben ekleyeyim demiş. Hani çölde bir bitki gibi düşünecek olursak, o çölde yürüyen yolcumuz matarasında suyun bir kısmını içmeyip o fidana dökmüştür. Ama gün gelmiş o fidan muhteşem bir ağaca dönüşmüş, topluma meyvesini sunmuştur. Niye? Toplum benimsiyor. Bütün engellemelere rağmen toplum benimsiyor. Çünkü toplumun ruh yapısına uygun. Devlet toplumu yönlendirmeli ama kendisini seyis yerine koyup toplumu terbiye etme sevdasına kapılmamalıdır.
İlkadım: Modern toplumlarda sivil toplum örgütleri büyük bir önem arz etmektedir. Yeni anayasanın hazırlanmasında sivil toplum kuruluşlarının işlevi ne olmalıdır? Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının işlevlerini yerine getirebilecek güç ve imkâna sahiplikleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Mustafa Kamalak: Bizim parti olarak anayasanın temeline yerleştirmek istediğimiz üç prensipten birisi anayasanın demokratik olması idi. Elbette anayasanın demokratik bir yapıya kavuşturulması konusunda sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düşmektedir. Devlet sivil toplum kuruluşlarını bu anlamda teşvik etmelidir. Çünkü bu kuruluşlar toplum tabanında oluşan düşünceleri anayasa yapımcıya iletmekte önemli rol oynayacaktır. Dolayısıyla şöyle düşünelim; bir bina, muhteşem bir saray çeşitli taşlardan tuğlalardan malzemelerden meydana gelir. Anayasa yapımında da sivil toplum kuruluşlarını o muhteşem binanın temelini oluşturan taşlar, tuğlalar, malzemeler gibi görmek durumundayız. Onların getireceği düşünceler bizlere ışık tutacaktır. Anayasa yapımcısına yardımcı olacak, yol gösterecektir. Böyle düşünüyorum.
İlkadım: Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyoruz.
Mustafa Kamalak: Allah cümlemizden razı olsun. Yeni yapılacak olan anayasanın bu ülke milletimiz için hayırlılara vesile olmasını diliyorum. Sizlere de teşekkür ediyorum.
İlkadım: Biz teşekkür ediyoruz.