RAMAZANA 110 YIL GERİDEN BAKMAK

Bu ay, Maraşlıoğlu isimli bir yazarın 1913 yılında ramazan hakkında kaleme aldığı bir yazıyı aynen, hiç sadeleştirmeden yayınlıyoruz. “Halka Doğru” isimli mecmuada yayınlanmış olan bu yazı döneme Türkçü/Turancı bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Her hâlükârda bir asırdan daha uzun bir süre önce ele alından bu yazı dönemin ramazanları ile ilgili pek çok kültürel ipucu taşımaktadır.
Ramazan Günleri
İslam’ın beş şartından ikisi, hac ile zekât halin ve vaktin müsaadesine bağlıdır. Kelime-i şehadet, hiçbir lahza dilden ve gönülden çıkmaz. Namaz, günün belli vakitlerinde beş defa kılınır. Oruç için, Hak Teâlâ hazretleri ramazan ayını tahsis buyurmuştur. Ramazan, on bir ayın sultanıdır. Rabbimiz Teâlâ hazretleri Kuran’ı bu ayda indirmiştir. Onun için Allah katında kadri pek büyüktür.
Arabî aylarla şemsî aylar birbirine uygun gelmedikleri için ramazan ayı adeta sıra ile mevsimleri dolaşır. Tam bir dolaşmasını otuz altı senede bitirir. Bundan ötürü bu yıl ramazan temmuza rastladı. Havalar sıcak, gündüzler uzun, bununla beraber herkes istekle orucunu tutuyor, Allah’ına karşı borcunu seve seve ödüyor.
Ramazan ayı, Müslümanların İslamlıklarını tamamıyla anladıkları bir aydır. Üç yüz elli dört günün otuzu yalnız ibadetle geçiyor, yalnız camiler süsleniyor, yalnız minareler geceyi nurlandırıyor. Bu ayda Müslümanlar, bilerek veya bilmeyerek asıl İslamlığın istediği gibi yapıyor. Meyhanelerde yabancı memleketlerden gelen pis ve zehirli ispirtoları yuvarlamaktan kalıyor, hiç olmazsa bir ay zehirlenmekten kurtuluyor, bu bir aylık kazancı yabancı memleketlerin doymak bilmeyen kasalarına akmıyor.
Ramazan israfı benim hiç acımadığım bir şeydir! Çünkü ramazanda yenilip içilen şeylerin çoğu yerli malı, bunları satanların çoğu Türk ve Müslümandır.
İşte bu mübarek ayın böyle birçok dünyalık ve ahiretlik faydaları vardır. Ah, ne olurdu bu faydalar başka aylarda da yapılsa da… Meyhanelerden kaçmak, yerli malı almak, İslam ve Türk’le alışveriş etmek yalnız ramazana mahsus kalmasa… Gönülde böyle duygular beslemek elbette çok büyük bir iştir. İnsan on beş on altı saat aç durmakla, vakitlerinde namaz kılmakla şüphesiz borcunu ödemiş olur. Fakat borcunu ödeyen bir adama aferin denilmez, sevap da verilmez. Sevap, insanlar arasında yarayacak iyiliklerde bulunmakla kazanılır. İslamlar, birbirine yardım etmekten vaz geçtikleri, birbirlerine yabancı gibi bakmaya başladıkları günden beri bin türlü belalara uğradılar. Hala bütün çektikleri sevişmemek, yardımlaşmamak, birbirine aldırmamak yüzündendir. Yalnız ramazan ayındadır ki orucun mübarek tesiriyle bir dereceye kadar yüreklerine yumuşaklık geliyor da fakirlere hoşça bakıyorlar; simitler, reçeller, tatlılar gibi İslam ve Türk yapısı olan şeyleri yiyorlar. Hâlbuki bu böyle mi olmalı?
Birkaç gün sonra bayram yaklaştı mı herkes bin güçlükle kazandığı parayı süslü esvap mağazalarının çürük mallarına dökecek.
On bir ayın sultanı ramazan. Hiç şüphesiz ramazanı İstanbul kadar güzel bir şehir daha yoktur. İstanbul’un ramazanı o kadar tatlı, o kadar zevklidir ki… Gündüzlerin, sessiz ve ağır, oruçlu hayatı şehrin başka günlerindeki hummalı hayatından daha gönül alıcıdır. Camilerde hafızların güzel ve yanık seslerle okudukları mukabeleler, bazı kürü şeyhlerinin İslamlığı doğru gösteren vaazları, on bir ay susuz bir çölde dikenlerle uğraşan bir yolcunun susuzluğu, açlığı gideren vahalardaki rüzgâr sesi gibi seslerin çarpmasıyla inleyen kubbelere insanın gönlünde Allah korkusunu ve ahlak duygusunu uyandırır.
Ben yapılmasını istemediğim şeylerin yapıldığını bilmek de istemem. Düşünürüm ki Müslümanlar ve hususuyla İslamlığa en çok bağlı olan ve eden Türkler iyi olmak ve iyi yürek taşımak için hak tarafından dünyaya gönderilmişlerdir. Bu işi kim iyi yapıyor veya elinden geldiği kadar yapmaya çalışıyorsa bence Türk ve Müslüman odur.
İyi olmak ve iyi yürek taşımak dinin ve milletin yükselmesi, kuvvetlenmesi, düşmanlar önüne hakir olmaması, ayaklar altında çiğnenmemesi için çalışmaktır. Bu iş nasıl olur? “Halka doğru” şimdiye kadar bu hususta haylice yazdı. Bundan sonra da yazacaktır. Onun işi, gidilecek yolu göstermek, yolda rastlanılacak engelleri kaldırmaktır.
İstanbul uykuya dalmaya başladığı vakit, caddeleri canlanmaya, eğlence yerleri dolup boşalmaya başlayan karşı yaka, ramazan geceleri zıddını yapıyor. İstanbul iftardan ve teravihten sonra bütün parlaklığıyla canlanmaya başlarken karşı yaka ölgün ve donuk bir örtüye sarınıyor. Ah, işte bu benim mübarek intikamımdır.
Gecenin saat üçünde köprünün orta yerinde durup da İstanbul cihetine baktınız mı? Karşınızda sanki bir sıra dağlar gölgesi şöyle hayal meyal uzanır. Bu zincirin ötesinde berisinde Yeni Cami, Süleymaniye birer heybetli zirve gibi yükselir. Ayasofya’nın, Sultan Ahmed’in, Nuruosmaniye’nin, Yeni Cami’nin, Süleymaniye’nin, Fatih’in, daha uzaklarda Sultan Selim’in minarelerindeki kandiller sanki görünmez iplerle göğe bağlıdır. Bu o kadar güzel ve ruhanidir ki büyüklüğü ve mukaddesliği karşısında susar, yüreğimin tatlı çarpıntılarını dinlerim. Kalemim yazamaz ki duygularımı anlatayım Üstünde yüksekten nurlar titreyen İstanbul’a bakarken arkamı hiç sevmediğim, sevmek istemediğim o şimdi karanlık karşı yaka âlemine çevirir, Allah’tan şu karşımdaki nurlu yerin sakinlerini de nurlandırmasını dilerim.
İstanbul’u bu halde gördükten sonra ona “Bizans” demeye artık dilim varmaz, İstanbul bence üç yüz milyon Müslüman’ın halifesini barındıran mukaddes bir Türk yurdundan başka bir şey değildir. Bir vakitler anlamadığım için sevmediğim İstanbul’u şimdi ancak bu mefkûrenin sevkiyle candan seviyorum.
Maraşlıoğlu
“Halka Doğru” Mecmuası
1 Ağustos 1319
(14 Ağustos 1913)