Rahmet ve Savaş Peygamberi Hz. Muhammed SAV

Rahmet, şefkat gösterip lütûfta bulunma anlamında bir Kur’an terimidir. Râğıb el-Isfahânî, rahmet kelimesinin mânâsının “acınacak durumda bulunan kimseye yönelik yufka yüreklilik ve şefkat” olduğunu, Allah’a nisbet edildiğinde de merhametin ürünü olan “lütûfta bulunma” mânâsına alınması gerektiğini söyler. Merhamet ise “acımak, şefkat göstermek” anlamında masdar, “acıma duygusu, bu duygunun etkisiyle yapılan iyilik, lütûf” anlamında da isim olarak kullanılır. Merhamet ve aynı mânâdaki rahmet kelimeleri öncelikle Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütûf ve ihsanlarını ifade etmekte, bunun yanında insanlarda bulunan, onları hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevkeden acıma duygusunu belirtmektedir. İslâmî kaynaklarda merhamet kavramı genellikle rahmet kelimesi ile ifade edilir. Ancak Türkçe’de merhamet hem Allah’a hem insanlara nisbet edilerek kullanılır. Kaynaklarda Allah’ın rahmân ve rahîm isimleri açıklanırken kâinattaki bütün oluşlar gibi insanlardaki merhamet duygusunun da Allah’ın insanlığa bir lütfu olduğu belirtilir.
Rahmet, Yüce Allah’ın kullarına acıması ve onların dünya ve âhiret saâdetine ermeleri için lazım olan her şeyi yaratmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de sayılamayacak kadar çok olduğu ifade edilen ilâhî nimetlerin hepsi Yüce Allah’ın kullarına olan rahmet kapsamı içinde yer alır. Yüce Allah, Kur’ân’ı Kerîm’deki ilgili âyetlerde, Kur’ân’ın kendisini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i ve bir de yağmuru rahmet olarak nitelendirir ve bunlar hakkında şöyle buyurur:
1-) “Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.” (el-İsrâ, 17/82)
Mü’min, Kur’an’dan feyz almasını bildiği, bu maksatla okuduğu, dinlediği için Kur’an âyetleri kendisine şifâ ve rahmet vesilesidir. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi, zâlimin Kur’an’dan uzak durması da onun hüsrânını arttırır.
2-) “(Ey Rasûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 21/107)
3-) “O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayandır. O, hakîkî dosttur, övülmeye lâyık olandır.” (eş-Şûrâ, 42/28)
Yağmurun bütün yeryüzüne ve Kur’ân’ın bütün inananlara rahmet olduğu gibi Hz. Peygamber Efendimiz de bütün âlemlere rahmettir. Bu üç rahmet kaynağı, kıyâmete kadar rahmet olarak devam edecektir. Kıyâmete kadar yağmurlar yağacak, Kur’ân-ı Kerim inananlara şifâ olmaya devam edecek ve Hz. Peygamber de mesajı ve soluğu ile âlemlere rahmet olmayı sürdürecektir. Yani Allah’ın mahlûkâtına olan rahmeti kesintisiz olarak devam edecektir.
Hz. Peygamber Efendimiz, kendisinin rahmet oluşu ile ilgili olarak bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:“Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395) Hz. Peygamber Efendimiz, burada birbirine zıt gibi görünen iki kelimeyi, rahmet ve savaş kelimelerini bir araya getirerek kıyâmete kadar gelecek olan insanlara bir mesaj vermekte ve kendi savaşlarının bir rahmet olduğunu vurgulamaktadır. Evet, Hz. Peygamber Efendimiz, her işinde olduğu gibi savaşlarında da, insanlığa gönderilmiş bir rahmet olduğunu göstermiştir. Onun savaşlarının nasıl bir rahmet olduğunu görebilmek için her şeyden önce, İslâm’dan önceki döneme yani Câhiliye dönemine bir bakmamız gerekmektedir. O dönemdeki savaşların nasıl çıktığını ve bu savaşların insanlığa verdiği zararları görmemiz yerinde olacaktır.
EYYÂMÜ’L-ARAB: Eyyâmü’l-Arab (Arab’ın savaş günleri), Câhiliye devrinde ve İslâm’ın zuhûrunun ilk yıllarında Arap kabileleri arasında cereyan eden ve uzun süren savaşlar için kullanılan bir tâbirdir. Arapça’da gün mânâsına gelen yevm, aynı zamanda savaş mânâsına da gelir. Yevm kelimesinin çoğulu olan eyyâm da “savaşlar” demektir. Eyyâmü’l-Arab da “Arab’ın savaşları” mânâsına gelen bir terkibdir. Eyyâmü’l-Arab’ın her birine meydana geldiği yere, savaşa yol açan sebeplere veya savaşın sonucuna göre Yevmü Besûs (Besûs Savaşı), Yevmü Buâs (Buâs savaşı), Yevmü Zûkâr (Zûkâr savaşı), Yevmü Dâhis ve Ğabrâ (Dâhis ve Ğabrâ savaşı), Yevmü Ficâr (Ficâr savaşı) gibi adlar verilmiştir.
Arapların iki büyük kolu olan Güney Arapları (Kahtânîler) ile Kuzey Arapları (Adnânîler) veya bu iki kola mensup kabileler arasında cereyan eden bu savaşların sayısı çeşitli müelliflere göre 75 ile 1700 arasında değişmektedir. Bir savaşın değişik isimlerle anılması, kabilenin tamamının katılmadığı küçük çatışmaların veya büyük bir harbin içindeki muhârebelerin ayrı birer savaş kabul edilmesi Eyyâmül-Arab’ın sayısını arttırmıştır. Araplar’ın, İran ve Bizans gibi komşu devletlerle yaptıkları savaşlar da bazen bu adla anılmıştır.
Genellikle sürü hayvanları, otlaklar veya su kaynakları üzerinde çıkan ihtilaflardan dolayı meydana gelen Eyyâmü’l-Arab, bazen çok basit sebeplerden dolayı da meydana gelebilirdi. Meselâ, Abs kabilesi ile Zübyân kabilesi arasında yıllarca devam eden Yevmü Dâhis ve Ğabrâ, bir at yarışı yüzünden meydana geldi. Ficâr savaşı, meşhur Ukâz panayırında oturan birinin ayağını uzatarak “Arapların en şereflisi benim; kim benden daha şerefli olduğunu iddia ediyorsa gelsin kılıcını şu ayağıma vursun!” demesi üzerine, orada bulunanlardan birinin kılıçla onun ayağına vurup kesmesi yüzünden çıkmıştır. Böyle basit olayların yanında siyâsî, iktisâdî, sosyal ve psikolojik sebeplerden dolayı çıkan savaşlar da vardır.
Eyyâmül-Arab, genellikle şahıslar ve kabileler arasında çıkan bir tartışma ile başlar, daha sonra savaşa dönüşürdü. Bu savaşlarda sebep ne olursa olsun asıl amaç intikam almaktı. Öyle ki Araplar, hasımlarından intikam alıncaya kadar içki içmez, koku sürünmez ve eşlerine yaklaşmazlardı. Câhiliye döneminde “hak” diye bir kavram bulunmadığından kabilesinden biri öldürüldüğü zaman kılıcını çeken Arap, öcünü alıncaya kadar kabilesiyle beraber çarpışırdı. Ölenin intikamının alınmaması kabile ve âile için büyük bir ayıptı; diyete razı olmaksa zilletti. Savaş bittikten sonra tarafların hatîp ve şâirleri hicviye veya methiyelerle olayı anlatırlardı. Bazen bir hiç yüzünden birkaç kişi arasındaki çatışma ile başlayan savaş, daha sonra bütün kabilenin dâvâsı haline gelir, sonunda araya girenler uzun süren anlaşmazlığa son verirlerdi. Araplar, bu olayları asla unutmazlardı; böylece hem savaştıkları kabileye karşı intikam duyguları kamçılanır, hem de gösterdikleri başarıdan dolayı övünürlerdi. Tarafların farklı anlatımlarıyla dikkat çeken bu savaş hikâyeleri, yüzyıllarca dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiştir. Eyyâmü’l-Arab’ın en önemlileri Besûs, Zûkâr, Buâs, Dâhis ve Ğabrâ savaşlarıdır.
Besûs savaşı, Bedevîler arasında çıkan savaşların en eskisi ve en meşhûrudur. Bu savaş, her ikisi de Hıristiyanlaşmış Arap olan Bekir b. Vâil ile Tağlib b. Bekir kabileleri arasında Mîlâdî beşinci asrın sonlarına doğru bir hiç yüzünden çıkmıştır. Besûs adındaki yaşlı bir kadına ait dişi bir devenin Tağlibli bir reis tarafından yaralanması sebebiyle çıkan bu savaş, aralıklarla kırk yıl devam ettikten ve her iki taraf ta bitip tükenme noktasına geldikten sonra yaklaşık Mîlâdî 525 yılında Hire kralı III. Münzir’in müdâhalesiyle sona ermiştir.
Dâhis ve Ğabrâ savaşı da aşağı yukarı Besûs savaşı kadar meşhûr bir savaştır. Abs ve Zûbyân kabileleri arasında meydana gelen ve daha sonra Esed, Fezâre ve Ğatafân kabilelerinin iştirâkîyle büyüyen Dâhis ve Ğabrâ savaşı, Abs kabilesinin Dâhis adlı atıyla Zübyân kabilesinin Ğabrâ adındaki atı arasında yapılan yarışta Zübyânîlerin haksızlık yapmalarından çıkmıştır. Besûs sulhunün akdedilmesinden hemen sonra orta Arabistan’da, altıncı asrın ikinci yarısında patlak veren bu savaş, aralıklarla İslâm’ın doğuş yıllarına kadar sürmüştür.
Zûkâr savaşı, Hz. Peygamber kırk yaşındayken (veya Bedir savaşının yapıldığı sene) Araplarla İranlılar arasında meydana gelmiş ve Arapların zaferi ile sonuçlanmıştır. İran Kisrâsı II. Hüsrev’in, Irak topraklarında yaşayan ve bir Arap kabilesi olan Şeybânîlere saldırması ile başlayan bu savaş, saldırgan tarafın yenilmesi ile neticelenmiştir.
Buâs savaşı, Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri arasında Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden beş veya altı yıl önce şehrin güneydoğusundaki Buâs vâhâsında meydana gelmiş ve savaşı Evs kabilesi kazanmıştır. Buâs savaşı, bu iki kabile arasında yüz yirmi yıl devam eden savaşların sonuncusudur. Bu savaş, Evs kabilesinden bir kişinin Hazrec’e sığınan bir yabancıyı öldürmesi üzerine başlamıştır. Her iki kabilenin ileri gelenlerinden pek çok kimsenin hayatını kaybettiği savaş, Hazrec lideri Amr b. Nûmân’ın bir okla öldürülmesi ve Evsliler’in zaferiyle sonuçlanmıştır. Buâs savaşının hâtırasına birçok şiir söylenmiştir. Bu iki kardeş kabile arasında yıllardır devam eden düşmanlık, Hz. Peygamber’in hicretiyle dostluğa dönüşmüştür. Böylece birbirine düşman olan Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm kardeşliğinde birleşmişler ve Medine’de İslâm’ın gelişip yayılmasına uygun bir zemin hazırlamışlardır. Yüce Allah, konu ile alakalı olarak şöyle buyurmaktadır:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz, birbirine düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 3/103)
Ficâr savaşları ise, Araplar arasında haram aylarda (Zülkâde, Zülhicce, Muharrem, Receb) yapılan savaşlardır. Hz. İbrahim (a.s.)’ den beri hac ayları olarak bilinen Zülkâde ve Zülhicce, yılın son ayları; Muharrem de bir sonraki yılın ilk ayı olduğu için bu üçü peş peşe gelen aylardır. Araplar, ibâdet ve ticâret ayları olan bu üç ayda ve bir de “Allah’ın ayı” olarak kabul ettikleri Receb ayında kendi aralarında savaş yapmayı öteden beri yasaklamışlardı. Şayet bu yasaklara uymaz da kendi aralarında savaş yaparlarsa bu savaşlara da Ficâr savaşları derlerdi. Bu savaşlar, kabileler arasında kin ve nefretin yayılmasına, çok sayıda insanın ölümüne, hesapsız maddî zarara ve sonuçta Kuzey ve Güney Arabistan’da yabancı güçlerin Arapları hâkimiyetleri altına almalarına yol açmıştır.
Arap edebiyatında bu savaşlarda cereyân eden olayların nesir ve nazım halinde anlatıldığı kıssa çeşidine “eyyâm” adı verilmiştir. Yakınlara yardım, ahde vefâ, komşuyu koruma, savaşta sebât etme gibi konuların işlendiği eyyâm türü Arap şiirindeki methiye, hamâse, hiciv gibi edebî türlerin doğmasına yol açmıştır.
Bu Savaşların Çıkış sebepleri: Câhiliye döneminde Arap kabileleri, birbirleri ile veya yabancı devletlerle şu sebeplerden dolayı savaş yaparlardı:
1-) Araplar, ganimet elde etmek için savaşırlardı. Talan ve yağma, Araplar’da savaşın birinci hedefiydi. Helâl ve haram ölçülerini kaybetmiş olan câhiliye Arapları, daha çok mala ve daha çok köleye sahip olmak için gözlerine kestirdikleri kabilelere savaş açar ve istedikleri ganimeti elde ederlerdi. Çünkü zayıfları güçlülere karşı koruyacak hiçbir koruyucu yoktu.
2-) Ganimet elde etme arzusundan hemen sonra gelen savaşa iten güç, Araplar’ın büyüklük ve şerefleri, kahramanlık ve yiğitlik ile övünme (tefâhur) arzusudur. Kahraman bir Arabın en büyük arzusu, herhangi bir kimsenin devesinin kendisine ait otlağa girip otlama cesaretini gösterememesi, herhangi bir kimsenin onun develerini suladığı kuyunun yanına yaklaşamaması, içinde yaşadığı vâdiye kimsenin girememesi, herhangi bir kimsenin kendisinin giydiği elbiseyi giyememesiydi. Kahraman Arap, kahramanlığı ve üstünlüğü başkasıyla paylaşmak istemediği için sık sık savaşa çıkardı.
3-) İntikam alma arzusu, Araplar’ın tarihini kana boyayan ve birçok savaşa girmelerine sebep teşkil eden etkenler arasında yer alır. Onların bâtıl inançlarına göre, kendi taraflarından öldürülen bir kimsenin rûhu bir kuşa dönüştükten sonra havada uçar, vâdileri ve ovaları dolaşır. Bu arada da “Bana su verin! Bana su verin!” der. Kendisini öldürenlerden intikam alınmadıkça bu kuş bu şekilde ötmeye devam eder durur. Ayrıca bazı câhiliye Arapları, intikamı alınan maktûlün hayatta kaldığına inanırlar. Buna karşılık intikamı alınmayan kişi ise cansız kalmaya devam ederdi.
Böyle basit sebeplerden savaş çıkaran Araplar’ın savaş üslûpları da çok vahşiceydi. Kadınlara, yaşlılara ve çocuklara hiç acımazlardı. Aksine yendikleri düşmanı daha zelil bir duruma düşürmek için onların kadınlarının şereflerini ayaklar altına alırlardı. Düşmana işkence etmenin herhangi bir sınırı yoktu. Hatta düşmana ateş ile azap etmekten ve onları ateşte yakmaktan zevk alırlardı. Savaş esirlerine çok kötü davranır ve onlara hayvan gibi muâmele ederlerdi. Savaşta alınan esirler için öldürmenin ve köle edinmenin dışında bir yol yoktu. Düşman tarafın komutanları ve ileri gelenleri esir edilirse zillet ve işkence ile öldürülürlerdi. Öldürdükleri insanların cesetlerine müsle yapar, onların organlarını keserlerdi. Savaştıkları kimselere asla ve kat’a hayat hakkı tanımazlardı.
RAHMET PEYGAMBERİ: Hz. Peygamber Efendimizin dünyayı şereflendirdiği zaman, sadece Araplar’ın değil bütün dünyanın hali böyleydi. Herkes birbirinden daha gaddâr ve herkes birbirinden daha zâlimdi. Kimse, kimsenin hâlinden anlamıyordu. Herkes, bir başkasının kurdu olmuştu; insanlar birbirini yiyordu. Her türlü değerini kaybetmiş olan insanlık, bir kurtarıcı bekliyordu. Bu kurtarıcı gelecek ve çivisi çıkmış olan dünyayı rayına oturtacaktı. İnsanlara kaybettiklerini iâde edecek ve onları belli bir medeniyet seviyesine çıkaracaktı. Bu öyle birisi olmalıydı ki, onun savaşları bile rahmet olmalıydı. Evet, işte o beklenen kurtarıcı, Hz. Muhammed’di. Nihayet geldi ve insanlığı kurtardı.
Îmân, ibâdet ve muâmelât ilkelerini insanlara öğretmekle işe başlayan Hz. Peygamber, bu ilkelerin sadece dersini vermekle kalmadı; tatbikâtını da gösterdi. O, Mekke döneminde yetiştirdiği ashâbı ve Medine’de bunlara katılanlarla birlikte kurduğu İslâm Devleti çatısı altında yirmi dokuz savaşa katıldı. Bu savaşların hiçbirini ganimet elde etmek için ve intikam almak için yapmadı. Hele tefâhur için hiç yola çıkmadı. Onun bütün hedefi, Allah’ın dînini Allah’ın kullarına ulaştırmaktı. Şeriat dilinde bunun adı cihaddı. Ona göre hayat, îmân ve cihaddan ibaretti. Allah’ın dinini Allah’ın kullarına götürürken önüne çıkan engelleri de savaş ile aştı; savaşı bir tebliğ aracı olarak kullandı. Yani savaşın hedefini yüceltti. Ayrıca o yüce insan, savaşa insânî ve İslâmî bir elbise giydirdi. Onun hedefi, düşmanı öldürmek değil onları diriltmekti; nitekim de öyle yaptı. Câhiliye döneminde var olan gayr-i insânî savaş taktik ve stratejilerinin hiçbirisine başvurmadı. Yeni bir yol izledi ve her konuda olduğu gibi bu konuda da insanlığa güzel bir armağan bıraktı. Kadınların, çocukların, din adamlarının, yaşlıların, işçilerin, savunmasız insanların öldürülmesini ve bayındır yerlerin yıkılmasını yasakladı. Esirlere çok iyi muâmele etti. Fidye karşılığında serbest bırakılmaların sağladı. Karşılıklı esir değişimine yol açtı. Evler, ocaklar yıkmadı; memleketler, şehirler tahrip etmedi.
Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı yirmi dokuz gazânın on üçünde fiilî olarak çatışma çıkmış, on altısında herhangi bir vuruşma olmamıştır. Onun hedefi insanları öldürmek ve ocakları yıkmak olsaydı bu gazâların hepsinde çatışma çıkar, her iki taraftan binlerce insan ölür ve binlerce kadın dul, binlerce çocuk da yetim kalırdı. O Yüce Peygamber, böyle yapmadı; insanları öldürmedi. Çünkü onun görevi öldürmek değil, diriltmekti; insanları İslâm’la tanıştırmak ve İslâm’la buluşturmaktı. Mekke fethinden sonra tüm Mekkelileri kılıçtan geçirmesine hiçbir engel yoktu ama O, bunu yapmadı. Öteden beri Mekkelilerin toptan Müslüman olmasını istiyordu, Mekke fethi ile işte bunu sağladı. Her savaşından sonra karşısındaki düşmanlar, İslâm’ı kabul ediyor ve onlar da Ümmet denizine katılıyordu. Yılların savaş yorgunu olan Araplar, Hz. Peygamber’in âdil savaşlarını görünce İslâm’ın ve onun peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendileri için bir rahmet olduğunu anladı ve kısa zamanda bu güneşin etrafında toplandılar. Müreysi savaşından sonra Mustalık oğulları, Mekke fethinden sonra Mekkeliler, Huneyn savaşından sonra da Hevâzin kabilesi hemen Müslüman oldular. Adı geçen kabilelerle yapılan bu savaşlar, kendileri için rahmet oldu. Çünkü dünya ve âhiret saâdetlerine sebep olan İslâm’ı bu yolla tanıdılar ve kabul ettiler.
Hz. Peygamber’in katılmadığı askerî hareketlere seriyye denildiğini hepimiz biliyoruz. Gazvelerle seriyyelerin toplamı yüz yirmidir. Arap yarımadasının bu yüz yirmi askerî hareket neticesinde İslâm’a kazandırıldığını da biliyoruz. Bu yüz yirmi askerî harekette şehidlerin sayısı yaklaşık olarak 340, düşman ölülerinin sayısı da 800’dür. Ne kadar az, değil mi? İşte rahmet budur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber Efendimiz, başta verdiğimiz hadîs-i şerifte kendisinin “rahmet peygamberi ve savaş peygamberi” olduğunu hatırlatmıştı. Bu gerçeği hiç unutmayın, devamlı hatırınızda tutun.
Kaynaklar
Ağırman, Mustafa, Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi, Basılmamış Doktora Tezi.
Birışık, Abdülhamit, “Rahmet” DİA, XXXIV, 419.
Çağırıcı, Mustafa, “Merhamet” DİA, XXIX,184-185.
Elşad, Mahmudov, Hz. Peygamber’in Savaşları, İsam Yayınları, İstanbul 2010.
Kapar, Mehmet Ali, “Eyyâmü’l-Arab” DİA, XII, 14-16.