Örneğimiz Mi Yok Yoksa, Yüreğimiz Mi?

Örneğimiz Mi Yok Yoksa, Yüreğimiz Mi?

Mösyö Valentin çocuklara yaklaşıp konuşmaya başladı.

-Kaç yaşındasın?

-Sekiz.

-Sen?

-Dokuz.

-Sen?

-Ben de dokuz.

Bakışlarını mos mor olmuş yüzlerinde, ellerinde, ayaklarında gezdirdikten sonra ilk soru sorduğuna çevirdi:

-Baban ne iş yapıyor?

-Öldü.

-Nerede öldü?

-Harpte.

-Niçin öldü?

-Din için öldü.

-Din için öldüğünü nereden biliyorsun?

-Caminin imamı söyledi.

-Size anneleriniz mi bakıyor?

-Üçümüzün de annesi öldü ebeninemiz bize bakıyor.

-Nerede oturuyorsunuz?

Bir eliyle karşıdaki derme çatma kulübeyi işaret etti.

-Şurada.

Kulübenin kapısı açıldı, bastonuna dayanarak bir kocakarı dışarı çıktı ve çağırmaya başladı.

-Gazanfer! Muzaffer! Mücahit!

Gazanfer, iri aslan; Muzaffer, girdiği savaşta galip gelen; mücahit, din düşmanlarıyla savaşan demek. En karanlık günlerinde çocuklarına bu adları takan millet bir yerde toprağa gömülse bile başka yerden fışkırır.’diyor Mösyö Valentin.

****

Er Hüseyin çok ağır yaralanmış, tedavi görmekteydi ancak durumu iç açıcı değildi. Kendisi de bunun farkındaydı. Arkadaşlarının kendisine verdiği ekmeği eline almış, tam ısırmak üzere idi ki aniden durakladı ve dedi ki:

“Can dostlarım, bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu yaşayacak yiğitlere verin.’’ Elindeki ekmeği yemedi ve silah arkadaşı Mustafa’ya uzattı.

Erzak ve yiyecek sıkıntısının had safhaya ulaştığı; bir öğünde asker başına sadece üç zeytinin (o da varsa) düştüğü, yemeğin çoğu zaman bir avuç kuru üzümden başka bir şey olmadığı Çanakkale savaşındaki bu fedakârlığın kıymetini ancak o savaşı yaşayanlar bilir.

Bir anekdot anlatılır. Bir Japon heyet eğitim sistemimizi incelemek üzere ülkemize gelir. Yaptıkları incelemelerden sonra eğitim sistemimizle ilgili şu tespiti yaparlar:

Eğitim sistemimizin en büyük eksikliğinin motivasyon, başka bir değişle milli ruh eksikliği olduğunu söylerler. Bu durumla ilgili şu hayretlerini de dile getirirler.

“Sizin gibi derin bir tarihi ve köklü bir medeniyeti bulunan bir milletin, gençlerine milli bir ruh aşılayamaması, onları motive etmekte zorlanması çok ilginç. Hâlbuki sizin tarihinizde Çanakkale gibi büyük bir destanınız var.’’derler.

Japonlar kendi gençlerine milli bir bilinç aşılamak ve onları motive etmek için daha ilkokulun başında çocuklarını Hiroşima ve Nagazaki’ye götürürler, buraları gezdirirler, yaşananları  yerinde ayrıntılı olarak anlatırlar, niçin çalışmaları gerektiğini, çalışkan bir millet olmazlarsa başlarına nelerin gelebileceğini  anlatırlar.

Günümüz gençliği ile ilgili sorunları konuşurken çoğu eğitimcinin sürekli söylediği bir klişe cümle var:

“Eğitimimizin örnek sıkıntısı var.’’

Eğitimle ilgili hemen her tartışmada, gençliğin sorunlarının tartışıldığı her ortamda bu cümle farklı şekillerde ifade ediliyor.

Bu söylem aslında bakarsanız kendi medeniyetimize haksızlık hatta saygısızlık desek yanlış söylemiş olmayız. İslam medeniyetinin, Türk-İslam tarihinin geçmişinde örnekler ve sembol şahsiyetler bulamamak tarih körü olmak demektir.

Tarihinde Malazgirt olan, Miryakefalon olan, Ankara savaşı olan; tarihinde İstanbul’un fethi, Viyana Kuşatması, Medine Müdafası, Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Savaşı olan bir medeniyetin örnek sıkıntısı çekmesi nasıl mümkün olur?

Tarihinde Hz. Muhammed (S.A.S.), Sahabe Efendilerimiz (R.A.), Sultan Alparslan, Tuğrul Bey, Osman Bey, Fatih, Gazi Osman Paşa, Şahin Bey, Sütçü İmam ve Şerife Bacı gibi kahramanları olan bir medeniyetin örnek sıkıntısı var demek kolaycılıktan, kendi tarihini tanımamaktan başka bir şey değildir.

Tarihinde kahramanlık arayan, inanç arayan, estetik arayan, ideal arayan var da bu şanlı tarihte onu bulamıyorsa ya kendisi de ideal körüdür ya da hayatı boyunca resmi tarihin sıkıcı dehlizlerinden başka bir tarih görmemiş demektir.

Gençliğimizin ideal yoksulu olması, hedeflerinin olmaması, örnek yokluğundan değil, örnekleri kendisine rehber edinecek yürek yokluğundandır.

Hayatında kaloriferli daireden başka bir yer görmemiş bir nesile Çanakkale’nin soğuk gecelerinin verdiği çelikleşmiş iradeyi anlatmak kolay değil.

Ev taşırken sehpa bile taşıtmadığımız çocuklarımızın Seyid Onbaşının taşıdığı merminin ağırlığını kemiklerinde ve iliklerinde hissetmelerini nasıl bekleyebiliriz?

Rabbi ile baş başa olmanın ne demek olduğunu, gecelerin büyüsünü; uyurken gece lambası ışığından daha fazla karanlık görmemiş bir nesle nasıl anlatabiliriz?

Onları ağlatmayıp yerlerine ağladığımız, her istediği şeyi daha gün doğmadan başucuna koyduğumuz, yere düştüğünde bile kendi kendine kalkmasına fırsat vermediğimiz; dert, sıkıntı, inançlar uğrunda fedakârlık diyergamlık, iffet, namus, emanet kavramlarının karşılığını cümle içerisinde bile kullanamayan; bile bile sığlığa mahkûm ettiğimiz neslimizden şikâyetçi olmamız gerçekçi mi?

Hele hele ruhsuz, şekilci, izmlerin gölgesinde şekillenen resmi tarih mengenesinde sıkılmış,zorla istemediği bir kalıba sokulmuş, sınavlarında doğruluğuna bile inanmadığı cevapları işaretlemek zorunda bırakılmış; ne zaman bir hata yapsa kendi yaptığı hataları hiçbir zaman tekrarlamayan kahraman(!?) büyükleri ile kıyaslanan, tarihi kıyaslamalar yapamayan, yaptırılmayan; aykırı sorular sorar sormaz –cı,cu ekleri ile yaftalanan, rejim düşmanı olmakla suçlanmaktan kurtulamayan, içine atan, belirli gün ve haftalarda kutlanan  ve içinde bir gram ruh olmayan törenlerin figüranı bir gençlikten tarihe nasıl bakmasını bekleyebilirsiniz ki?

Bizim tarihimiz de ruh var, inanç var, estetik var, kahramanlık var. Bu ruhun taliplisi, onu örnek alacak özgür, güler yüzlü bir gençliğe ihtiyacımız var.

Ne dersiniz, bu ruha sahip gençleri yetiştirmek kimin görevi?

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.