Ölümü Öldürmek

Yerkürenin şahit olduğu en son insan tipi öldürme bakımından tarihin en katil yöneticilerinden fersah fersah ilerdedir, desek abartmış olmayız. Öncekiler sadece insan ve av hayvanları öldürürken son asrın insanının öldürmediği hiçbir şey kalmamış durumdadır.
Tarık Tufan’ın son romanı ‘Şanzelize Düğün Salonu’nda, Medya İletişim Sistemleri okumakta olan üniversite öğrencisi kahramanımız, şeyh olan babasından (dolayısı ile tekke çevresinden), koparak, bir evde yalnız yaşamaya başlar. İşsizdir. Paraya ihtiyacı vardır. Gazetelerdeki iş ilanlarını göz taramasına tabi tuttuğu bir an “Sohbet edip para kazanmak ister misiniz?” ilanını okuduğunda çok şaşırır. Merakla iş başvurusu yapar. İşin esası, yaşlı ve yalnız insanlarla belirlenen günlerde buluşup sohbet ederek belli bir ücret almaya dayanmaktadır. Bu ilginç işe başlayan kahramanımız, gerçekleştirdiği ilk sohbet seansının sonunda yetmiş yaşlarındaki erkek müşterisinin “Daha önce birisini öldürdünüz mü?” sorusu ile irkilir. Bu soru zihnini günlerce meşgul eder. Hikmetli bir sorudur. Hem gerçeği hem mecazı kapsamaktadır. Bu soru, düşünce dünyasının dehlizlerinde yolculuklara çıkmasına neden olur. Sonuçta kahramanımız da insanın ne denli bir ölüm makinesine dönüştüğünü, insanın öldürdüklerini fikrederek kavrar.
Çağdaş insan kanlı bıçaklı bir katil olma vasfına daha birçok ölüm hadisesi gerçekleştirebilme özelliğini de eklemiş durumdadır.
Modern çağın saldırılarına karşı koyacak değerleri yavaş yavaş öldürüyoruz. Bu değerlerin yokluğunu fark edemeyecek derecede hipnotize olmuş gibiyiz. İlahlaştırılmış nefislerinin zevkine halel gelmesin diye masum çocukları ölüme mahkûm edenlere gık diyemiyoruz. Göz göre göre insanlığın ölümüne şahit oluyoruz. Ölümleri seyretmek alelade bir iş oldu bizim için. Elimizden bir şey gelmiyor. Bizim içimizdeki insan ölüyor. Masum yüzlerimizin gerisinde vahşi canlılar türetiyoruz. Bazen de et ve kemikten oluşmuş, içi boş formlardan başka bir şey olamıyoruz.
Ruhun malzemelerini, işimize yaramaz ama belki yine kullanabiliriz anlayışı ile çatı katlarına atmışız. Ruhun cilası zikr ne dilimizde vari ne kalbimizde. Gönlümüz Allah’ın zikri ile mutmain olmak yerine, beşer imalatı çakma tatmin araçlarının esareti ile inim inim inliyor. Acıyı, şefkati, merhameti ruhun çocukları olarak değil de bireyselliğin veletleri gibi kullanıyoruz. Ruhu öldürüyoruz. Ruh gidiyor elimizden. Ruhsuzluğumuz Ana Vatan’a hasretimizin de ölmesine, yok olmasına neden oluyor. Ana Vatan’a hasretimiz sizlere ömür. Hasretsiz hayat çekilmez oluyor. Bu yüzden inananlar bile ölümden korkuyor.
Ahiret anlayışımız da ölüyor yavaş yavaş. Maddi kazanımlarımızı en önemli nimet kabul eder olduk. Yazık ki ahiret nimetleri dikkatimizi celbetmiyor. Allah’ın vadettiklerini dillendirmeyi zül sayıyoruz. Cennetten bahsetmeyi unuttuk. Bunun yerine her yeşilliği cennet zanneder olduk. Ruhumuzun cenneti özlemesine dünya ile engel koyuyoruz. Öbür taraftan cehennem anlayışımız da ölmektedir. Cehennemi anmak istemiyoruz sanki. Belki de hal-i pür melalimizin verdiği acı buna engel oluyor. Cehennem ayetleri gümbür gümbür anlatılmıyor artık. Oysa gündüz geceye muhtaç, cennet cehenneme.
(3 gün darbe aralığından sonra, bugün 17.07.2016 kaldığımız yerden devam)
Cihat ruhumuz can çekişiyor. Kötülüklerle savaş diye bir hedefimiz kalmadı. Kimse kimseyi uyarmıyor. Birbirimizi Allah rızası için koruyup kollamaktan çekinir olduk. Çocuklarımızı “piyasa dini”nin kolları arasına emanet etmekten başka bir şey yapamıyoruz. Cihadın mal ile, ilim ile, nefis ile olanlarını rafa kaldırdığımız gibi, kafirle mukateleyi bile düşünce dünyasından fikren uzaklaştırmış durumdayız.
Ahlaki meziyetlerimizi bir bir katleder olduk. Suçu başkalarına yıkarak birer ahlak katili olmakta olduğumuzu inkâr etmeyelim. Ne kaldı dürüstlüğümüzden, cömertliğimizden, diğergamlılığımızdan, hayâmızdan, edebimizden, büyüklere ihtiramımızdan, komşularımıza hüsn-i muameleden ne kaldı siz söyleyin!
Sadece bir canlı olarak kabul ettiğimiz, sırf fiziki bakımdan gelişmesini amaçladığımız bedenimiz bile mecazen sekeratül mevt halindedir. Yani, ruhumuzun elbisesini yırtıp parçalamaktayız. Görünürde hala sırtımızdalar. Hala çok güçlüyüzdür. Kaslarımız gösterişlidir. Hala sportiftir, atletiktir. Lakin ruhundan sıyrılmış bedenler yabana atılmış gurbetçiler gibidir. Tamamen nefsin hizmetine sunulmuş, sadece nefisle alışveriş yapan cüsselerimiz ölü hükmündedir. Üstelik ruhla bağlarını kopartmış bedenlerin hayvanilik dışında bir özelliği kalmayacaktır.
İnsani ilişkilerimize bakarsak onlarda da büyük bir yıpranmaya şahit olacağımız konusunda hiç şüphe yoktur. Bir kere cemaat olma vasfımızı yitirip birey olmaya doğru yol alırken bencilliğin hâkimiyeti altına girdiğimizi inkâr edemeyiz. Bencillik bütün münasebetlerde insanların dışlanmasına, yalnızlaştırılmasına, tahkir edilmesine sebep olmaktadır. Her dönemin baş belası maddileşme, sosyal insanın da en büyük problemidir. Bu mesele dindar insanların da meselesi olmuştur. Zamanında tedbirler almayarak önce aile ilişkilerinde sonra bütün toplum münasebetlerinde olması gereken insanî/İslâmîliği de öldürmekteyiz.
İlim anlayışımız bitkisel hayat yaşıyor. Yüz yıllardır dilimize ve gönlümüze yerleşmiş olan ila-i kalimetullah için ilim öğrenme anlayışımız yok olmaya yüz tuttu. Salt önümüze konulan beşeri/maddi hedeflere ulaşmak için ilim öğrenir olduk. Sonunda maaş olmayan ilim faaliyeti yok gibidir. İlim geleneği inkıtaya uğramış durumdadır. Bu sebeple Kur’an’ın tarif ettiği “âlim” tipi de vefat etmiştir.
Bizatihi İslam’ın şiarı olmuş “Müslüman kadın” prototipini öldürmekteyiz. Gece gündüz Kur’an okuyan, tefsir bilen, hadis ezberlemeye çalışan bugünün dindar kadını anne olmaktan vazgeçmek üzeredir. Çocuklarını daha kısa bir süre önce eleştirdiği kreşlere teslim etmektedir. Para kazanmak ana gaye olduğundan geleneksel terbiye metotlarını hakir görmektedir. Dahası, hanımlarımız sünnetten neşet eden eş/zevce anlayışını kabul etmekte zorlanmaktadır. Ekonomik hürriyet baş tacı edilen bir ilke haline gelmiştir. Kocasının rızasını arayan hanımefendi örneğine az rastlanır oldu. Bütün bunları babalar için de söyleyebiliriz. Ailenin iki rüknü anne ve baba manen ölü ise geriye ölü bir aileden başka bir şey kalmayacağı kesindir.
Uzatmayalım, son dönemlerde bizi biz yapan birçok İslâmî değeri öldürmekteyiz. Sadece değerler değil; her şeyi öldürüyoruz. Sıra ölümde! Kaldıysa bir ölümü öldürmek kaldı.