NİNESİNİN ŞİFACISI

İsminden çok eserleri ile tanınan durmadan çizen desen delisi bir ressam geldi geçti dünyamızdan. Hayatının her aşamasında lakabını değiştirdiği için en bilinen ismini yazacağım buraya; Hokusai. Eserlerinde tek konunun bu kadar değişiklik kazanabildiği başka bir ressam görülmemiş daha önce. Işık, renk tonları ve dinamik yapısıyla Avrupa sanatını da etkisi altına almış. Sanatçının resimlerinin olmazsa olmazı ise sessizliği ve sonsuzluğu ifade ettiği için Japonların kutsal kabul ettiği Fuji Dağı.
Her sanatçının, sanat akımının olmazsa olmazı değerler silsilesi vardır, hepimizin malumu. “Özgürüm, aykırıyım” diyen bir yapıtın bile bir çıkış noktası, tabusu, dokunulmazı oluyor. Hokusai’ nin referans yeri somut olduğu için hemen anlaşılıyor ama bazı eserlerin dayanak noktasını bulmak için üzerine düşünmek, başka açılardan bakmak gerekiyor.
Yeni çıkan ve pek çok okur tarafından beğenilen nitelikli çocuk edebiyatı eseri olarak kabul edilen “Ninesinin Şifacısı” isimli kitap gibi. “Şifacısı” kelimesini gördüğüm zaman biraz geleneksel biraz spiritüel bir kitapla karşılaşacağımı düşünmüştüm ama karşıma çıkan yine bireyselliği arayan, kendi başına hayata tutunmaya çalışan bir “özgürlük” yolculuğuydu.
Kitabın asıl konusu yüzmekten korkan yavru penguenin hikayesi ile başlıyor. Hassas yapılı penguenimizin anne babası ve kardeşleri arkalarına bakmadan teker teker yüzüp hayata karışıyorlar. Yaşamda ve eriyen buz parçasında yapayalnız kalan yavru penguense “dünyaya fırlatılan” insanın çaresizliği ile baş başa kalınca, yüzme korkusunu yeniyor, okyanusa atlayıp kulaç atmaya başlıyor. Kitabımızın kahramanı kendini bu penguenle özdeşleştiren bir çocuk. Önce hayatta yapayalnız olduğuna ve sadece kendi çabasıyla değerli olduğuna inanıyor, sonra da sorunlarını kendi aklıyla çözüyor. Öykünün merkezinde gezgin bir anneanne, evcil bir domuz ve sokak hayvanları var. Küçük şövalyemiz, mahallede bulunan barınaktaki hayvanları sahiplendirme konusunda çaba sarf ediyor, babası ile cinsiyetçiliğe dair sohbetler yapıyor ve hayatın tüm zorluklarına sanatla, sporla ama tek başına karşı koyuyor. Ölüm gibi insanı çarpan darmadağın eden hakikati bile çizgi roman yazarak, resim yaparak aşmaya çalışıyor.
Bu teraziye bu sıklet fazla değil mi?
Topuğundan tel çıkana kadar oynayan, lakap takan, lakap takılan, zaman zaman düşen, düşürülen, yaşıtlarıyla kıyasıya rekabet eden, oyunlarda mızıkçılık yapan, karabiber çekip hapşuran, kaygan resim kitaplarını paten yapıp evde kayan, sınıfın en uzun saçlı kızına aşık olup teneffüslerde saçını çekip çelme takarak ilan-ı aşk ettiğini zanneden ve çocuk neşesine sahip çocukça bir çocuk değil de modern dünyanın sorunlarını sırtlanmış, filozof, aktivist, yazar, ressam, duygusal bir çocuk var karşımızda.
Son nefesine kadar hayatını kendi isteğine göre dolu dolu yaşayan her derde deva şifalı otlar yetiştiren anneanne, ilk defa kontrolü dışında bir şey yaşıyor, ölüyor. Bunu çocuklara nasıl açıklamalı ki ergin olmama durumu yaşanmamalı, “Ahirete inanma kolaycılığına” düşülmemeli. Ölüm gibi bir aklın sınırlarını aşan bir durum, “Tanrı’ya ihtiyaç duymadan” bilimsel yöntemlerle açıklanmalı. Çözüm bulunuyor. Nine öldükten sonra da torununu ziyaret ediyor, teşvik de bulunuyor, teselli ediyor. Tanrı’nın önünde diz çökmektense bir ölüden destek ummak daha mantıklı geliyor.
Peki, bir çocuk ölümün karşısında takınacağı tavrı yetişkinden öğrenmez mi? Önce anne babanın ölüm korkusunu çözmek daha mantıklı olmaz mı? Ölüm kelimesini ağzına almayan, mezarlıklara uğramayan, yaşlılık karşıtı anne babaya rağmen çocuk ölümle barışır mı? Eğer önünde ölümü inkar eden büyükler olmasa çocukların ölüm diye bir korkusu olur mu?
Çocuk kitapları sadece çocuk kitabı mıdır?
“Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olamama durumundan kurtulmasıdır” diyen filozofu aşamayan, kiliseye karşı özgürlüğünü ilan eden kişi olmaktan bir türlü kurtulamayan bir bilinç dışı kitabın her satırında iş başında. Bütün o gişe rekoru kıran filmlerin, arılı, tavşanlı, dinozorlu animasyonların, çizgi romanların, çok satanlardan aylarca düşmeyen kitapların altından gümbür gümbür akan ırmak hep bu. Tüm sorgulamaların başlangıç noktası olarak insanoğlunun failliğini ve potansiyelini vurgulayan Hümanizm, Hedonizm, Kapitalizm kol kola vermişler, başrolü, senaryo ve yönetmenliği kimseye bırakmıyorlar. Hayatı kendi isteklerin doğrultusunda dolu dolu yaşarsan gürül gürül akarsan anda olursan o zaman huzur içinde ölürsün. Bu inanç ispatlanamaz, çünkü ölüler konuşamaz o halde buradan gitmeye devam edelim. Tüm yapıtların merkezi, çıkış noktası, bitiş noktası aynı.
“Ninesinin Şifacısı” da işte tam böyle bir kitap, Batılı değerler bu sefer de bir nineyle vücut bulmuş. Avrupa çok ileride deniyor, ama önünde diz çökmeyi bırakıp eleştirel bakılabildiğinde geri kalmış hatta aynı yere takılıp kalmış bir medeniyet ve bu geri kalmışlığa imrenen, kalalım da böyle geri kalalım diyen kendimizi görmek mümkün.
Batı edebiyatını, Batı sinemasını her defasında ilk defa böyle bir öykü ile karşılaşmış gibi elleri kızarana kadar alkışlayanlar ise belli ki Hokusai resmindeki o Fuji dağını da hiç fark etmemişler. Sadece renklerin parlaklığına, desenlere ve fırça darbelerine dikkat kesilmişler. “Ah ne güzel yazıyor adamlar” yaza yaza klavyelerini aşındırmışlar, alkış emojisi göndermekten alkışı bile yormuşlar.
Peki, Modern Edebiyatı boykot mu edelim sadece İran sinemasını mı izleyelim, ancak yerli kitaplar mı okuyalım? Hayır, sadece ne yediğimizi bildiğimiz gibi ne izlediğimizi ne okuduğumuzu da bilelim. Beğenmeden önce biraz düşünelim.