NEBEVÎ TEBLİĞİN İLK HALKASI: KENDİMİZ

İslam’da insanlar ikiye ayrılır: ümmet-i davet ve ümmet-i icabet. Ümmet-i davet henüz Müslüman olmamış, kendilerine davet ulaşması gereken kişilerdir. Ümmet-i icabet ise İslam davetine icabet ederek Müslüman olan kişilerdir.
Müslüman kişiye, her iki kesim için de tebliğ ve davette bulunması emredilmiştir. “Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır”[1] demiştir Hz. Peygamber (s.a.v.). Ve yine defalarca iyiliği emri, kötülükten de nehyi emretmiştir.
Eğer bir kişi açıkça İslam’a savaş açma niyetinde ve fiilinde değilse ona karşı şefkatli yaklaşmak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ahlakıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Safvan b. Ümeyye’ye bir sürü dolusu deve hediye etmiş ve Safvan bu cömertliğin karşısında şaşırarak O’nun peygamber olduğuna hükmederek Müslüman olmuş ve kabilesini de İslam’a teşvik etmiştir.[2]
O halde bugün unuttuğumuz Nebevî tebliğ ve davetin sınırlarını yeniden hatırlamamız gerekmektedir. İslam’ın üç saç ayağı olan inanç, ibadet ve muâmelât hususunu çağımıza aktaracak uygun üslup ve yöntemleri, Hz. Peygamber’in (s.a.v.)rehberliğinde arayarak yola koyulmalıyız.
Hz. Peygamber’i (s.a.v.) hakikaten kendimize kılavuz kılmaya niyet ederek -aşağıda kısmen değindiğimiz- problemlerimizin üstüne gitmeli, iyileşmeli, iyileştirmeliyiz.
Âh… Bizler…
En başta yaşamıyoruz dinimizi… Hâl sirayet eder. Hz. Peygamber’in “Misk dükkanına giren misk almasa da misk kokar; körükçü dükkanına girense duman kokar”[3] demesi bundandır. Eğer kendimiz yaşarsak İslam’ın güzelliklerini Allah bunu diğer insanlara sirayet ettirir.
Tebliğ araçlarını bilmiyoruz… Tebliğ ve davetin dille yapılması, muhatabın alıcı olduğu durumlarda işe yarar. Eğer muhatabımız bunları duymaya hazır değilse korkutmamayı bilmeli, başka şekillerde yaklaşmalıyız. Hâl ile tebliğ, teknik araçlarla tebliğ, yazıyla tebliğ bunlardan bazılarıdır.
Bilgisiziz… Kendimiz bilmiyoruz ki bildirelim. Öğrenmiyoruz ki öğretelim… Bu yüzden en başta sağlam bir İslam inanç esasları kitabı, sağlam bir İlmihal kitabı ve ahlakî noktadaki tenbih ve hassasiyetler için de Riyâzü’s-Sâlihîn’i her Müslümanın okuması icab ediyor.
Sabırsızız… Direkt sonuç almayı bekliyoruz tebliğin neticesinde. Halbuki biz sadece üzerimize düşeni yapmakla mükellefiz, sonuçların yaratıcısı Allah’tır. Bize lazım gelen örnekliğe devam etmektir.
Yargılayıcıyız… Bu çoğu zaman kuru bir kibirden kaynaklanıyor, fark etmesek de. Yargılamanın vehmi, “Ben yapıyorum, o yapmıyor, ben ondan üstünüm”dür. Gerçek bir İslamî duruşla tebliğ yapan kişi, bir günah veya hata gördüğünde yargılamaz, bilakis karşısındakine şefkat duyar, kalbinde bir hüzün hisseder. O kişinin Rabbin rızasına uygun yaşaması noktasında Rabbine dua eder ve örnekliğe devam eder.
Rahatımıza düşkünüz… Tebliğ ve davetlerimiz kendi konfor alanımızı koruyabildiğimiz ölçüde devam ediyor. Bu yolda sıkıntı, imtihan ve zorluk gördüğümüzde kaçıyoruz. Unutmayalım ki, okçular tepesini terk etmemek emredildi, evet, bu emir hala geçerli. Varsayalım ki az önce bize söyledi sanki Nebi…
Kabayız… Çabuk öfkelenebiliyoruz. Tebliğ süreci uzun ve meşakkatli bir süreçtir. Bu yoldaki azığımız ise güzel üslubumuz olacaktır. Hz. Enes, Hz. Peygamaber’in yanında çocukluk ve ilk gençlik sürecinde 10 yıl kaldığını ve O’nun kendisine bir defa olsun söylediği bir şeyi neden yapmadı diye kızmadığını ifade etmiştir.[4] İşte budur Nebevî ahlak! Nefsin bağırmanı ve kızmanı istese de Allah için yumuşak davranmayı başarabilmektedir. Her türlü problemi ve imtihanı hilm ile çözmeye çabalamaktır.
Daha sayılabilecek birçok şey olsa da hepsinin vardığı tek bir nokta var: Kendimizden başlamak!
Var mısınız kendimizi İslam’a davet etmeye, tebliği nefsimize döndürmeye?
[1] Buhârî, Fezâilü’l-ashâb 9, Meğâzî 38; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 34
[2] Tabakât, 5:449
[3] Buhârî, Zebâih 31, Büyû’ 38; Müslim, Birr 146. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 16
[4] Buhârî, Edeb 39