Müslümanların Gayr-i Müslimlerle Münasebetlerinin Sınırları Nasıl Olmalıdır?

Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât-u selam O’nun son peygamberi Hz. Muhammed (a.s)’a olsun.
Yazımızın başında konumuzun çetrefilli ve nazik bir konu olduğunu düşündüğümü ifade etmek istiyorum. Birçok kavramın içinin boşaltıldığı, kelimelere farklı faklı anlamlar yüklendiğini, yorumların birbirini nakzettiğini yaşayarak görüyoruz.
Evvelemirde konuyu dinimizin temel iki kaynağı olan ayet ve hadisler ışığında tavzihe kavuşturmaya çalışalım. Mübarek kitabımız Kur’an’da Mümtehine Suresi 8.ve 9. ayetlerde; “müslümanlarla savaş halinde olmayan kâfirlerle iyi geçinmeyi, savaşanlar ve onlara yardım edenlere dostluk beslememeyi” açıkça emretmektedir.
Sure-i Nisa 140. ayet-i kerime bu münasebetin kırmızı çizgilerini belirtmektedir:
“Allah’ın ayetleri inkâr edildiğinde yahut onlarla alay edildiğini işittiğinizde bu durumu terk edinceye kadar kâfirlerle beraber oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz.”
Mücadele Suresi 22. ayette de:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin…” buyrulmaktadır.
Ashab-ı Kiram, Allah ve Rasulüne dostluk ne demek en güzel örneklerini göstermiştir. Mesela; Ebu Ubeyde, Uhud’da babasına karşı savaşmış, Hz.Ebubekir oğlu Abdurrahman’a mübareze etmek istemiş (Efendimiz izin vermemiş), Mus’ab b. Umeyr Uhud’da kardeşi Ubeyd’i, Ömer b. Hattab Bedir’de dayısı As b. Hişam’ı, Hz. Hamza, Hz Ali ve Ubeyde amcazadeleri Utbe, Şeybe ve Velid b. Utbe’yi öldürmüşlerdi.
Yukarıdaki ayetlere ilave olarak Tevbe 23-24, Maide 52. ve Al-i İmran 119. ayetlerde Kâfirlerle münasebetlere net ifadelerle çizgiler çizilmiştir. İman edenlere “babanız, kardeşleriniz küfrü tercih etmişlerse dost edinmeyiniz” ikaz-ı ilahisi aslında her şeyi açıklamaya yeter bile.
Peygamberimiz, özellikle Medine’de müslümanları yahudiler ve hristiyanların giyim-kuşam, yeme-içme, davranış biçimleri konusunda sürekli uyarılarda bulunmuş ve onlara muhalefet edilmesini açıkça ortaya koymuştur.
Birey, aile, toplum ve hatta devlet bazında Müslümanlar olarak, kâfirlerle yaşamın sınırlarını ayetlere göre mizan getirmemenin sıkıntılarını yaşıyoruz.
İnkârı açıkça bilinen, bunu sözleri ve davranışlarıyla ortaya koyan insanlarla yaşamanın kurallarını İslam modellemiştir. Müslümanlar kâfirlerden mücerret bir toplum düzeni kurabilirler mi? Ya da bu istenilen bir hal midir? Son Peygamber Hz.Muhammed (a.s)’ın 27 Ramazan 610 m. tarihinde memur olduğu vazife, inkâr bataklığında yaşayan insanları düzlüğe çıkarmaktı. Öyleyse muhatap küfür karanlığını yaşayan her insandı. Yani inanıp arınan her müslüman; kirli, bunalımda olan her insanı tezkiye yoluna davet etmeliydi. Pekiyi İslam insanı, aynı apartmanı, aynı sokağı-caddeyi, aynı okulu aynı sırayı paylaştığı gayr-ı müslimlerle nasıl bir dünya birlikteliği kuracaktı. Günümüzde sanayileşmenin, iletişimin, teknolojinin tesiriyle global, karma bir kültürün oluştuğunu göz önüne alarak şu soruyu soralım: “Bir Müslüman bir kafirle yaşarken kafirin hususiyetlerinden etkilenip kafirleşme temayülü yaşar mı?” Kafamızı kaldırıp çevremize bakalım, bir resim çekelim ve resmi inceleyelim. Bir yığın insan içerisinde giyimleri, saç modelleri, yeme-içme gibi basit davranışları dâhil insanları birbirinden ayıran alamet-i farikayı bulmaları ne kadar zorlaşmıştır.
Konuyu zihinlerimizde daha canlı hale getirecek, kolay anlaşılır kıymetli bir önek vermek istiyorum.
Hz. Muhammed (a.s) Medine’de yerleşik ve mutaassıp bir Yahudi kültürü ile karşılaştı. İslam tarihinde Medine sözleşmesi olarak bildiğimiz, tarihteki ilk insan hakları temelli mutabakatını bu noktada değerlendirelim. Medine’deki İslam dışı unsurlar Medine Vatandaşlığı açısından ortak paydaşlar olarak görülmektedir. Ancak nihai kertede anlaşmazlıkların çözümünde son söz, Hz. Muhammed (a.s)’ın verdiği hükme razı olunacaktır. Peygamberimizin nasıl bir birliktelik hedeflediği anlaşılamaktadır. Hâkim ve amir olarak İslam’ın ve müslümanların olduğu dünya düzeninde müslümanların kâfirlerle birlikte yaşayabileceği anlaşılmaktadır.
Bugün sünneti, hadisi kategorize etmekle işe başlayıp işi ihanete vardıran bir yığın sözde ilahiyatçı ne yazık ki müslümanların içine fitneyi oturtmuşlardır. Sakalı bir kıl, sarığı cüppeyi yöresel kıyafet, Efendimizin davranışlarını insanlıktan kaynaklanan ya da nebevî olan-olmayan diye ayıran hain zümre nasıl bir ateş yaktıklarının farkında bile değiller.
“Kul yâ eyyuhel kâfirûn: Lâ a’budu Mâ ta’budûn…”
“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza, kulluk ettiklerinize, itaat ettiklerinize (uzun ya da kısa süreli) tapmam, kulluk etmem, itaat etmem (edemem). Siz de benim taptığıma, kulluk ettiğime, itaat ettiğime tapmayın, kulluk etmeyin, itaat etmeyin.”
İfade ne kadar şedid ne kadar muazzam ne kadar net değil mi? Takiyyeye gerek yok, pazarlık yapılamaz
Tevile gerek yok. Her şey gayet net ortada. Kâfirlerle müşterek yaşam onlara itaati ve buyrukları altına girmeyi, inançlarımızı yaşamayı engelliyorsa bu yaşam gayr-i dinidir. Kâfirler incinir, kırılır gücenirse diye asla taviz yok! Açık ve net her şey. Tek ve yegâne kural koyucu, itaat edilecek makam sahibi Yaratıcı olan Allah Teâlâdır. Temeli Tevhid düsturuna dayanmış İslam dininin peygamberini vahyin sahibi uyarıyor. “Sakın ha! Asla! Kâfirlere hoş görünmek şirin gözükmek, tevil tefsir, dolambaçlı yol yok.” Fert fert nokta nokta nakış nakış 23 yılda devleti getiren sabır ve zaferin temelinde aldatmadan, takiyye yapmadan tavizsiz İslam anlayışı vardır.
Son iki yüzyıldır yaşanan ve son çeyrek asırda iyice kendini hissettiren dejenerasyonu anlayabilmek için nebevî yol ve yönteme iyi bakmalıyız. Hilafetin ilgasıyla birlikte kâfirleşme süreci emperyalist ülkelerin bize bir dayatma sürecidir. Muharref Tevrat, muharref İncil karşısında sahih bir Kur’an yeniden İslam medeniyetini etkinleştirecekti. Bu gerçeği bilen I. Cihan harbinin masa başındaki mütegallibeleri muharref Kur’an projesini uygulamaya başladılar. Bugün ülkemiz de dâhil olmak üzere milyonlarca müslüman içi boşaltılmış, parçalanmış, Hz.Muhammed (a.s)’ın Mekkeli putperestlerle yapması vahiyle yasaklanan yaşam zeminini oluşturmuşlardır.
Dış görünüşüne baktığımızda erkek mi bayan mı olduğunu kestiremediğimiz erkeksi davranışlar sergileyen bayanlarla, bayana benzeyen erkekler artık evimizde, komşumuzda ya da akrabalarımız değil mi? Müslümanlarla kâfirleri birbirinden ayıran çizgiler kaybolmaya başladı. Benzeşme artık kanıksanır oldu. Dıştaki benzeşme hepimizin teslim edeceği bir hakikat olarak kalbimize inançlarımıza da girmiştir.
“Bu kargaşaya nasıl gelindi?” sorusuna verilecek cevap elbette hepimizde vardır. Geçimini din satarak yapan âlim etiketli şahısların yaptığı en büyük fitnelerden biri de Müslümanlara ortak bir kâfir tanımı yapmamalarıdır. Kur’anın kâfir olarak nitelendirdiği insanları, bazı din baronları cennete sokmaya çalışmaktadır. “Lailahe illallah’ın yanında ‘Muhammedun Rasulullah’olmalı mıdır?” mesela. Yani Kur’anın nazil olduğu dönemdeki ehli kitap varmış gibi Hz.İsa (a.s)’ı teslis fitnesiyle ulûhiyetin bir parçası yapan hristiyanları, ilah olarak sadece yahudileri kutsayan, ‘Yehova’ya inanan musevîleri cennete sokmaya çalışanlar ne yaptılar? Kur’ana inanmayan, İslamı muharref hristiyanlığın ve yahudiliğin bir parçası yapan, aslında çoğunluğu ateist olan kâfirleri kâfirlikten çıkardılar.
Konumuzla alakalı olan asıl can alıcı mesele şudur: Pekâlâ Hz.Muhammed (a.s)’ın 23 yılda kurduğu İslam’ın devlet perspektifi de dâhil olmak üzere her ahval ve şeraitte Müslümanlar kâfirlerle birlikte yaşayabilirler. Sonuç nedir? Kur’an ve sünnet doğrultusunda iklim oluşturamayanlar, gerektiğinde Mekke’sini terk edemeyenler, azıcık aksesuarı için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan zamane müslümanları sinsice, farkına varamadan kâfirleşme temayülüne girmişlerdir.
BU ZİLLET ASLINDA DÜNYEVÎLEŞMEK, CİHADI TERK VE SÜNNETİ KÜÇÜMSEMENİN BİR ÜRÜNÜDÜR.
Kâfirlik göreceli, öznel mi ya da nesnel midir? “Şeriata karşıyım ama cami yaptırma ve yaşatma derneği başkanıyım. Mirası Kur’an’a göre bölüşemem ama beş umreye dört hacca gitmişliğim var.”
Ne garip değil mi; bir papaz güya Tanrıdan aldığı yetkiyle nikâh akti yaparken, bizde nikâh memuru belediye başkanından aldığı yetkiyle yapar bu işi. Düşünsenize bu belediye başkanı şarap festivali yapan sabık Antalya belediye başkanıysa vay o nikâha, vay o nikâhla izdivaca ulaşan çiftlere. Amerikan başkanı göreve başlarken İncil üzerine yemin ederek göreve başlar, müslüman TC yöneticisi namus ve şerefi üzerine yemin ederek başlar. Hâlbuki Allah’tan başkası adına yapılan her yemin akit batıldır, fasittir.
Hâsılı kâfirlerle ortak yaşamayı tevhit ve nebevî çizgiye oturtamayan bizler, içinden çıkılmaz hal alan bir bunalımlı ortaklık kuruduk. “Hocam! Dünya kupası maçlarını izlemek için teravihleri ertelesek olur mu?” Bu ifritten sualin cevabını düşünelim.
Allah’ım müslümanca yaşayıp müslümanca öldür bizi.