MÜLK ONUNDUR

“Ya Muhammed! De ki: Ey Allah’ım! Ey her şeyin sahibi! Kâinatta yegâne tasarruf sahibi sensin. Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de çeker alırsın Dilediğine izzet verirsin, dilediğini de zelil edersin Bütün hayır hazineleri sadece senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmran: 26)
Allahu Teâlâ’nın güzel isimlerinden olan “Melik “ ve “Malik” isimleri Me Le Ke fiilinden gelir. Sahip olmak anlamındadır. Bir şeye sahip olan ve onun üzerinde güç ve kudreti olana mâlik denir. Mâlik olan kendi mülkünde tasarrufta bulunandır. Allah Teâlâ için insanların Meliki ve Mâlikül Mülk gibi isim ve sıfatlar kullanılırken, onun insanlar dâhil her şeyin yaratıcısı, ortaksız hâkimi ve üzerinde yegâne otorite sahibi olduğu vurgulanır.
Allah’ın halifesi olması münasebetiyle insana yeryüzünde izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda olmadığı gibi insanın keyfine de bırakılmamıştır. Yeryüzündeki hayatın gereği olarak çeşitli yeteneklere, mesleklere ve kabiliyetlere sahip olacak şekilde yaratılan insanlar da bu meliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir Meliklik sahası vardır. Evi, işyeri, malı, mülkü ve idaresi altındakiler gibi gücü kudreti yetki ve otoritesinde olan kişi ve eşyalar vardır. Ancak sahip olduklarındaki bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değildir. Sınırlıdır, Allah’ın bir emanetidir.
Konumuzu teşkil eden “De ki: “Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.” (Âl i İmran: 26) Ayetinin nüzul sebebi hakkında Kurtubî İbni Abbas ve Enes bin Malikten şunları rivayet eder: Mekke’nin fethi üzerine Rasulullah efendimiz, ümmetine, Fars ve Rum mülklerini vaat etmişti. Münafıklar ve Yahudiler, “Heyhat, heyhat, Muhammed nerede, Fars ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bunlardan çok fazla, Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.
Daha önce Hendek Savaşı senesinde Rasulullah, kazılacak hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Amr b. Afv, Selman-ı Farisi, Huzeyfe, Numan b. Mukrin ve Ensardan altı kişi kendilerine verilen kırk arşınlık sahada çalışıyorlardı, kazarlarken hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraşırlarken demir külünkler kırıldı. Çok çalıştılar, taşı kıramadılar, Rasulullah’ı çağırdılar. Rasulullah hendeğe indi. Selman’ın elinden külüngü aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, Rasulullah bir fetih tekbiri aldı. Oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir darbe daha indirdi. Yine bir şimşek daha çaktı oradakiler de. Tekbir aldılar. Üçüncü bir darbe daha vurdu. Taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar. Sonra Selman’ın elini tutup hendekten çıktı.
Selman, “Anam, babam sana feda olsun ya Rasulullah, hiç görmediğim bir şey gördüm.” dedi. Rasulullah, oradakilere dönerek.” Bakınız Selman ne söylüyor?” dedi. Onlar da, “Evet ya Rasulullah.” dediler. Buyurdu ki: “İlk darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi bir şimşek çaktı, bundan bana Hıyre’nin ve Kisra’nın şehirleri aydınlandı. Köşkleri aydınlandı. Sonra ikinci darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi yine şimşek çaktı. Bundan da bana Rum diyarının kırmızı köşkleri aydınlandı. Cibril bana haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek. Sonra üçüncü darbeyi vurdum, gördüğünüz şimşek çaktı. Bundan da bana San’a’nın köşkleri aydınlandı. Cibril de haber verdi ki, ümmetim muhakkak bunlara da galip gelecektir. Müjdeler olsun!”
Bunun üzerine Müslümanlar pek sevindiler. “Elhamdülillah, bu bir doğru vaattir. Dediler. Münafıklar ise, “Ne acaip insanlarsınız, Muhammed sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız vaatlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve bunların sizce fetih olunacağını söylüyor. Hâlbuki muharebeye çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler.
Ahzab Suresi’nde “O vakit münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar diyorlardı ki, Allah’ın ve Rasulünün bize vaat ettiği şeyler boş şeylerdir.” (Ahzâb:12) ayeti bu olay hakkında nazil olmuştu.
Bu iki ayetin de geçmişten günümüze işaret ettiği bir gerçek vardır. İnançlarında hastalık olanlar inanmasa da Allah ve Resulünün vaatleri hep gerçektir. Şuan gerçekleşmemiş olanlar da mutlaka zamanı gelince gerçekleşecektir. Allah’ın koyduğu kurallarla Allah’ın kullarına meliklik yapanlar, onları Allah’ın rızasına uygun olarak sevk ve idare edenler bilirler ki; münafıklar ve müşrikler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacak ve mülkünü müminlerin hâkimiyetine verecektir. Ahretin de hâkimi Allah’tır.
İnsan Allah’ın hâkimiyeti altında değil, arzuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Yüzyıllar boyu bu imansız diktatörlerden kan, zulüm ve gözyaşı gören insanlık, zalimlere yaltaklıktan kurtulup mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu anladığı gün kurtulacaktır. İnsan, izzetin ve şerefin Allah’ta ve onun tarafında olanlarda olduğunu anladığında Âleme Allah rızası için nizam vermek gerektiğini anlayacaktır. Müslümanlar tarla sınırı kavgalarını bırakıp ülkelerin sınırlarıyla ilgilenmeye sınırlara sığamamaya başladıkları zaman Kuran’ın tarif ettiği mükemmel mümin olacaklar. Allah bizi Kuran’ına ve onun nizamına çağırmaya devam etmektedir. Allahım duyan bir kulak gören bir göz ver.