Muhterem Babam, Zeki Soyak Hocaefendi

“O’nu aramakla bulamazsın, ancak bulanlar yine arayanlardır.”
Bayezid-i Bestami
“O yüz, her hattı tevhîd kaleminden bir satır,
O yüz ki göz değince Allah’ı hatırlatır.”
Allah’ı hatırlatan bir sîmâ, Rasulullah’ı hatırlatan tavır, hâl ve güzel ahlak, Allah yoluna vakfedilen bir ömür. Daha başka ne yazabilirim bunların üzerine, bilemiyorum. Onda kendisine bağlayan, hayran bırakan güzel hasletler vardı. O, çölde gül yetiştiren, gülü sulamak için vaha inşa eden, vahayı kurutmamak için kanallarla su getiren, mefkureci, mücadeleci, korkusuz, yılmayan, yorulmayan ama bunun yanında mütevazı, yumuşak huylu bir şahsiyetti. Çok merhametli ve şefkatli oluşu, nebevî metod sahibi olmasından kaynaklanıyordu. Peygamberimiz’in (sav), “Benimle sizin haliniz, kendini ateşe atmaya çalışan gece kelebekleriyle, onları ateşten uzaklaştırmaya çalışan adamın hali gibidir.” hadisi şerifini kendine rehber edinmişti. İnsanları ateşten, zulmetten nura sevk etmeye çalışan bir hak aşığı, Rasulullah aşığıydı.
Dikkate şayan bazı hatıralardan alıntılar yapmak istiyorum. Hocası, daha sonra siyasette de arkadaşı olan muhterem Hasan Aksay Hocamız “Zeki Bey’i anlatabilmek zor. Hakikaten Allah bir insana lütfederse her yönüyle lütfediyor. Tabi o da layık olursa lütfediyor. Zeki Bey kardeşimiz, öğrenciyken çok yetenekli, kabiliyetli, çalışkan, dürüst, İslam ahlakını yaşayan ve bu ahlakı etrafına vermek isteyen güzelliklere sahip bir kimseydi. Zeki Bey, talebeliğinden sonra da çok daha parlak çok daha büyük hizmetler yaptı. Yani Zeki Bey sonradan her yönüyle büyük bir aksiyon insanı oldu. Allah çok büyük şeyler bahşetti.” demişti.
O, bir ilim adamı, bir mütefekkirdi. Fakat ilmini olgunlaştıran, geliştiren asıl kaynak, yüreğinde taşıdığı büyük aşk, Allah aşkıydı, Rasulullah muhabbetiydi. Çok yönlü olmak, birçok güzel hasletleri üzerinde, ruhunda taşıyabilmek; bu nasıl mümkün olabilir? Rasullullah’ta fani olmakla, Allah’ta fani olabilmekle olur. O, önce iyi bir insan, iyi bir kul olmayı, her işinde muhlis bir mü’min olmayı, her adımı yalnız ve sadece Allah için atmayı hedefledi. Büyük cihada odaklandı. Ama Rasulullah’ın (sav) ümmetine düşkünlüğü onda da çok genç yaşlardayken tezahür etmiş, ümmetin derdine düşmüştü. Onun kâmil bir fikir adamı, ilim adamı, siyaset adamı, aksiyon adamı olmasındaki en büyük etken, “ümmetî ümmetî” şuuruna ermesinin üzerine yüklediği büyük mesuliyeti idrak etmesiydi.
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” Buyuruyor, Peygamber Efendimiz (sav). Peygamber varisi hakiki ilimler bir mucizedir adeta ve mucize kabilinden işler yaparlar. Onlar hem kendi çağlarını nurlandırırlar, hem asırlar sonrasını aydınlatırlar. Yetiştirdiği insanlar da öyledir. Bazıları silsileten asırlar sonra meyve verirken, bir kısmı da bu güne hitap edip fani olurlar. Onlar yataklarında da ölseler şehittirler. Çünkü onlar mallarıyla, canlarıyla, halleriyle, kâlleriyle, kalemleriyle, fikirleriyle cihat ederler. Gafiller, cahiller, bâtıllar tarafından onların fikrine, canına, malına kastedilse de son nefesine kadar asla cihattan geri kalmazlar. Alimler marifetullah ehlidir ve insanları marifetullaha eriştirebilmek için onlara rehberlik ederler.
Muhterem babam, Allah’ı çok iyi tanımamız, çocuklarımıza da çok iyi tanıtmamız gerektiğini vurgulardı. O, anlattıklarını yaşayan bir insandı…
Çocukluğumda ziyaretimize gelen akrabalarımızın her çocuğa sorulabilecek türden sorularına cevaplar verirken birden çocuk yüreğimi çıkmaza düşüren bir soruyla karşılaştım. Henüz 4-5 yaşındaki bir çocuk için oldukça zor bir soruydu:
“Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?”
“İkisini de çok seviyorum.” dedim kısık bir sesle. Çünkü daha önce anne ve baba sevgisini kıyas etmek hiç aklıma gelmemişti.
Bu cevabı kabul etmeyen akrabalarımız birini tercih etmem konusunda ısrar ediyorlardı. Ne cevap vereceğimi bilemediğim için ağlamaya başladım. Ağlamama dayanamayan babam:
“Hani en çok Allah’ımızı seviyorduk ya! Sonra peygamberimizi, sonra ana babamızı, sonra da akrabalarımızı ve bütün mü’minleri.” dedi. Bunun üzerine daha çok ağlamaya başladım. Çünkü o zamana kadar Allah’ı sevmek konusunda bu kadar derin düşünmemiştim. O gece “Allah’ı en çok sevebilmeyi nasıl başarırım.” diye düşünüp ağlayarak uyumuştum.
Anılarıma baktığımda hayatımızın her safhasında babamın nebevî bir metodu müşahhaslaştırdığını ve bu metodu akrabalarına, talebelerine ve bütün insanlara ulaştırma gayreti içerisinde bir ömür sürdüğünü görüyorum.
Allah, gökyüzünü kandiller gibi yıldızlarla süslemiş, yeryüzünü de yıldızlar gibi etrafını aydınlatan alimlerle bezemiştir. Bize düşen, peygamberlerin varisleri olan alimleri yalnızca anmak değil onların açmış olduğu Hak yolda sapmadan ilerlemektir. Ve böylesine güzel insanların farkında olup onlardan hakkıyla istifade edebilmektir. O insanlar Hızır as gibidir. Gönüllere iman tohumu atarlar, ilimle sularlar, yeşertirler. Bu meyanda Şeyh Sadi Şirazi der ki:
“İyilerin bastıkları toprak öyle bir madendir ki, o gözleri açar. O toprağı öpmeli. Fakat baş gözleri açık, gönül gözü kapalı olan gafiller o toprağı, o madeni görmezler. Ancak onun değerini bilenlerin gözleri aydınlanır. Mademki ariflerle cahiller bir araya karışmışlardır, o halde bir gönül adamına rastlamak ve onun maneviyatından faydalanmak için her cahilin yüküne katlan ve cefasını çek.”