MEFKURE – Sevgi Medeniyeti/Zeki Soyak

MEFKURE – Sevgi Medeniyeti/Zeki Soyak

Bir toplumda insanî ilişkiler, insanların diğer canlılara ve doğaya karşı tutum ve davranışları, o toplumun inanç, örf ve adetlerinin, gelenek ve göreneklerinin göstergesidir. Yüzlerce yıl bir arada yaşayan insanlar, aynı mahalleyi, aynı köyü, aynı şehri yurt tutmuş, birçok müşterek edinmişlerdir. Aynı acıları, aynı sevinçleri paylaşmışlar, toplum hafızasında unutulması mümkün olmayan hatıralar ve izler bırakan nice hadiseleri beraber yaşamışlardır.

Bu paylaşımlar, yüzlerce yıl süren bu beraberlikler, yaşanılan topraklarda yeni yeni medeniyetlerin doğmasına, gelişip büyümesine vesile olmuştur. Medeniyetlerin oluşmasında elbette en büyük etken Din’dir. Dinsiz, inançsız bir toplumun kalıcı ve etkileyici bir medeniyet tesis etmesi asla mümkün değildir.

Geçmişte birçok kavim çok büyük toprak parçalarını ele geçirmiş, çok geniş topraklar üzerinde de büyük devletler kurmuşlardır. Ne var ki bu devletler uzun müddet ayakta kalamamış, arkalarında acı, vahşet ve dehşet bırakarak tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir. Bir müddet ayakta kalabilenler; sömürü, vahşet ve zulüm çarklarını döndürebilenler ise, insanlığa bir müddet daha acı çektirmekten öte bir şey yapmamışlardır. Sebep, ya dinsizlikleri ya mensup oldukları dinin gereğine göre hareket etmemeleri ya da dinlerini kendi heva ve heveslerine göre tahrif etmeleridir. İnançlı ve inancının gereğini yaşayan toplumların meydana getirdikleri medeniyetler ise devletleri zeval bulduktan sonra da etkilerini ve varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Medeniyet deyince akla ilk gelen İSLAM MEDENİYETİ’dir. İnsanlık onun gibisine asla şahit olmamıştır. Bundan sonra da olamayacaktır. Çünkü İslam medeniyeti, Allah’ın varlık ve birliğine, ahiret gününe iman gibi yüce bir inançtan beslenmektedir. Bu inanca sahip fert ve toplumlar sadece dünyalarını mamur etmek için değil, asıl olarak ahiretlerini mamur etmek, ebedî saadete kavuşmak için çaba gösterirler. Nefislerine, çıkarlarına göre değil, dinlerinin emir ve yasaklarına göre hareket ederler.

Yüce kudret karşısındaki bu teslimiyet; kargaşaları, kavgaları önleyerek birlikte çalışmayı, yardımlaşmayı, karşılıklı hak ve hukuka riayeti, insanî ilişkilerde hoşgörüyü, diğerkâmlığı, karşılıklı muhabbeti ön plana çıkarır. Çünkü merkezinde insan vardır. İnsana önem verir. İnsana da kendi emrine verdiği diğer varlıkları korumayı, doğaya karşı saygılı olmayı ve onlardan ancak meşru yoldan, dinin müsaade ettiği ölçülerde faydalanmayı emreder. Böylece sadece insanlar arasında değil, bütün varlıklar arasında akıllara durgunluk veren bir ahenk tesis edilmiş olur. İşte bu ahenkler cümbüşünden, kıyamet sabahına kadar devam edecek olan, insanlığın her devirde ve her şartta istifade edeceği, etkileneceği, dönüp dolaşıp neticede karar kılacağı İslam medeniyeti vücut bulmuştur.

Bu medeniyet sevgi medeniyetidir. Hoşgörü medeniyetidir. İsar medeniyetidir. Hukuk medeniyetidir. Ahlak medeniyetidir. Hizmet medeniyetidir.

Bu medeniyetin muharrik gücü muhabbettir. Allah Teâlâ’ya, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme muhabbettir.

Yaratandan ötürü yaratılana muhabbettir, onun için muhabbet yüce bir duygudur. Bitmeyen, tükenmeyen bir enerjidir. Akılların yorgun düştüğü, bedenlerin mecalsiz kaldığı, ümit ışıklarının fersizleştiği ortamlarda fert ve toplumları yeniden derleyip toparlayan, sönmeye yüz tutmuş hizmet ateşini körükleyen, kulluk heyecanını coşturan muharrik bir güçtür.

Muhabbete teşne olan kalpler, RAHMAN’IN kudret elinde, bütün kâinatı kucaklayan bir inşiraha ulaşarak, yaratandan ötürü yaratılanı sevmenin sırrına muttali olurlar. El-LATİF’in lütuflarına mazhar olarak LETAFETLER ile donanırlar.

Muhabbet ehli için, mahbubun yolunda her şeyini ve hatta canını feda etmek bile bir fedakârlık sayılmaz. Böyle bir iddia mahbuba karşı saygısızlık addedilir.

“Allah’a ve Peygambere itaat edenler, işte onlar, Allah’ın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa 4/69) ayetinde verilen mesajı idrakle, muhabbetin itaat gerektirdiğini, itaat etmeyenlerin muhabbet iddiasının yalan bir iddia olduğunu kavrayarak, yaşantılarını Allah Teâlâ’ya, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme ve O’nun itaatle emrettiklerine itaat ederek taçlandırırlar.

Sahabeden bir zat, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna gelerek:

“Ya Rasulullah! Seni o kadar seviyorum ki sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmesem canım çıkacak gibi oluyor. Sonra ahireti düşünüyorum, eğer cennete girersem, elbette senden çok aşağı mertebelerde olacağım. Senden ayrılmak bana çok zor geliyor. Ben cennette de seninle beraber olmak istiyorum.” dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şey demedi, sükût etti. Bir müddet sonra yukarıda zikredilen Nisa suresinin 69. ayet-i kerimesi nazil oldu.[1]

Böylece, o sahabenin şahsında bütün Müslümanlara, cennette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber olmak istiyorsanız, gerçekten onu çok seviyorsanız, Allah Teâlâ’ya ve O’nun Resulüne itaat etmeniz gerekir mesajı verilmiş oldu.

Müslüman toplumlarda başka hiçbir toplumda görülemeyen o kadar güzellik vardır ki, bu güzellikleri tâdât etmek mümkün değildir. Ne yazık ki birçoklarımız bu güzelliklerin farkında bile değiliz. Renk ve râyihâsı ile bülbüllerin mest olduğu bir gülistana, kargaların eşelenip deşelendiği pis kokulu bir mezbeleliği tercih edenler, ne utanç verici bir seçim yaptıklarının farkında değillerdir.

İslam’ın değerlerinden, İslam medeniyetinin güzelliklerinden yüz çevirip, Batı’nın kokuşmuş yaşantısını tercih edenler, Batı’ya özenenler, kendi değerlerinden, kendi güzelliklerinden habersiz zavallılardır.

Ecdadımız İslam’a bağlı kaldıkları, Allah Teâlâ’ya ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme itaat ettikleri için hem huzur bulmuşlar hem de huzur vermişlerdir.

İnsanlara hizmeti bir ibadet kabul etmişler, bütün canlılara şefkat ve merhametle muâmele etmişlerdir. Onun için hem insanlara hem hayvanlara hatta kuşlara bile, hizmet gayesiyle sayılamayacak kadar vakıf müesseseleri tesis etmişlerdir.

Medrese, cami, tekke, kervansaraydan tutun da sokakta başıboş, sahipsiz hayvanların bakımına, göçmen kuşlardan hasta olan, yaralanan ve dolayısıyla vakti gelince göç edemeyenlerin tedavi ve bakımlarına; evlilik çağına gelen, fakat fakirlik veya kimsesizlikten dolayı evlenemeyen gençlerin evlendirilmelerine, kimsesiz ve muhtaç çocukların, yaşlıların barınmaları ve bakımlarına kadar çeşit çeşit vakıflar kurmuşlar ve bu vakıfların hizmetlerini devam ettirebilmeleri için her türlü imkânı sağlamışlardır.

Diğer taraftan birbirleriyle olan ilişkilerde, alışverişlerde, aile, akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık münasebetlerinde, yardımlaşmada, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı çok köklü bir gelenek ve görenek tesis etmişlerdir. Büyüklere karşı saygı, küçüklere sevgi ve şefkat, kadınlara bir ana olarak verilen değer, düşkünlere, kimsesizlere yardım, destanî boyutlara ulaşmıştır.

İnsanî ilişkilerdeki karşılıklı nezaket ve edep büyük bir hayranlık uyandırmakta, insan bu muhteşem manzara karşısında gıpta ve hasretle iç geçirmektedir. Bu nezaket ve edep “İSTANBUL EFENDİSİ” tabiri ile simgelenmiştir. Toplumumuz bu simgeye ne kadar muhtaçtır.

Ecdadımız gayrimüslimlere gösterdikleri hoşgörü ile de temayüz etmişlerdir. Onların idaresindeki müslim-gayrimüslim herkes adalet, şefkat, merhamet ve hoşgörüye muhatap olmuşlardır. Asla şiddet ve baskıya tâbi tutulmamışlardır. Bu gerçeği gayrimüslimler bile takdirle yâd etmişlerdir.

Nitekim bir yabancı şu itirafta bulunmuştur:

“Eğer Türkler hâkimiyetleri altına aldıkları milletlere, Hıristiyanların yaptıkları gibi, zorla İslamiyet’i kabul ettirmiş olsalardı -ki buna kimsenin itirazı olamazdı- bugün ne Ermeni meselesi ne Girit meselesi ve muhtemelen ne de şark meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar. Kur’an’ı Kerim’e uyarak herkesin kendi usulünce ibadet etmesine müsaade ettiler. Böylece Hıristiyan Avrupa’nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulüm yaptıkları bir devirde Osmanlı İmparatorluğu, engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının mevcut olmadığı yegâne memleket oldu. Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan, tard ve takip edilen Yahudilerin sığınabildiği tek memleket de Osmanlı ülkesi olmuştur. Bunlar da gösteriyor ki mânevî bakımdan İslam ülkeleri Hıristiyan ülkelerinden çok daha iyi yaşama şartları bahşetmiştir.” (Prof. Ahmed, Djevad, Yabancılara Göre Eski Türkler)

Görüldüğü gibi, bizi biz yapan değerlerimize sahip çıktığımız, dinimizin icaplarına göre yaşadığımız devirlerde sadece Müslümanların değil, gayrimüslimlerin de huzur bulduğu, inançlarına göre serbestçe yaşadığı bir sığınak olduk. Herkese, her varlığa hizmet götürmeyi, dürüst, ahlaklı, edepli olmayı, ilişkilerimizde hoşgörülü, nezaketli, diğerkâm olmayı hayat tarzı olarak seçtik ve Müslümanlardan başka hiçbir toplumun tesis edemediği ve edemeyeceği İslam medeniyetini gerçekleştirdik.


[1] Taberânî, el-Mucemü’l-Kebir, 10/234-235, H. No:12394; el-Mucemü’l-Evsat, 1/483, H. No:484; el-Mucemü’s-Sağir, 1/55, H. No:52

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.