MEFKURE-Doğru Seçim Yapmak

Hayatımız yaptığımız seçimlerle şekillenir. Günlük işlerimizden tutun da yaşantımıza yön veren fikrî ve amelî tercihlerimize kadar bütün seçimlerimiz karakterimizi yansıtır, toplum içindeki yerimizi belirler. Yanlış tercihler, kusurlu seçimler kişiyi çoğu zaman telâfisi çok zor sıkıntılara soktuğu gibi bazı yanlış tercihler de sadece tercihi yapanı değil, bir toplumu, bir ülkeyi felâketlere sürükleyebilir.
Eş seçerken, iş seçerken, arkadaş seçerken, meslek seçerken, hülâsa bütün seçimlerinizde inancınızın, ahlâkî telâkkilerinizin, bedii zevkinizin, estetik anlayışınızın, sosyal ve kültürel yapınızın etkileri olmuştur. Eş seçerken birçok özellik ararsınız. Güzellik, zenginlik, soylu bir aileden olmak veya bunların hiçbiri değil de sadece ahlâklı ve dindar olmak.
Arkadaş tercihiniz de sizin karakterinizi yansıtan bir seçimdir. Kişi uyuşabildiği, ülfet edebildiği, benzer yönlerinin bulunduğu insanlarla samimi, külfetsiz ve hesapsız bir arkadaşlık yapabilir. Bu tercihlerinizdeki hata, zahire aldanış, kişiyi tanıyamayış hayatınızı zehir edebilir. Beklemediğiniz davranışlar, eşlerin karakter, ahlâk ve inanç farklılıkları, uyumsuzluk aile hayatını cehenneme çevirebilir.
Arkadaşınız tarafından ihanete maruz kaldığınız, bir zaman sonra dost yüzlü bir düşman olduğunu fark ettiğiniz zaman kuvvetli bir iradeye sahip değilseniz bunalımlara düşebilirsiniz. İlgi duymadığınız, sevmediğiniz, iradeniz dışında, zorlanarak bir meslek seçerseniz, bir iş sahasına atılırsanız bu meslek ve işinizi değiştirmek imkânına da sahip değilseniz ömür boyu bir çileye mahkûm olduğunuz gibi diğer insanlara da zarar verirsiniz.
Atalarımız “Ev alma, komşu al.” demişler. Bir mahalleye, bir beldeye yerleşirken kötü ahlâklı, kötü yaşayışlı kişilerin oturduğu yerden ev alır, onlara komşu olursanız, eviniz saray olsa, köşk olsa neye yarar? Sarayda hapsedilmekle zindanda hapsedilmenin çok büyük farkı yok. Netice hürriyetten mahrum olmak olduktan sonra…
Hastalandınız, pratisyen bir doktora mı yoksa mesleğinde ehil ve hâzık[1] bir mütehassıs doktora mı gidersiniz? Şayet bu hususta ehil olanı tercih etmezseniz hayatınızdan olabilirsiniz.
Molla Câmi, Baharistan adlı kitabında şöyle anlatır: “Bir hekimin kabristandan her geçişinde kaftanını başına çektiğini görürlerdi. Ona bu hareketinin sebebini sordular. Dedi ki ‘Kabristandaki ölülerden utanç duymaktayım. Hangi mezarın başından geçsem benim darbemi yemiş, hangi tarafına baksam benim ilacımdan ölmüştür.’ Sonra şu kıtayı okudu: Ey hastanın tedavisinde tedbiri hasta olan hekim! Senin gelmekliğin, ölümün gelmesine delildir. Bizim ülkemizde can almak zahmetini Azrail’in boynundan kaldırmışsın.”
Ehliyetsiz bir doktorun, bir idarecinin, herhangi bir meslek erbabının hata ve kusuru yanında, ehliyetsiz ve liyakatsizleri seçenlerin de vebali büyüktür.
Şeyh Sadi Şirazi, Gülistan adlı kitabında şöyle bir hikâye anlatır: “Bir adamın gözü ağrıdı. Baytara gitti. Gözüme ilaç yap dedi. Baytar hayvanların gözüne ne ilaç yapıyorsa, onun gözüne de onu yaptı. Adamın gözü kör oldu. Adamcağız kadıya gidip şikâyet etti. Kadı ‘Gözün diyeti lâzım gelmez. Eğer bu adam hayvan olmasaydı baytara gitmezdi.’ dedi.”
İnsanoğluna iman ve küfür yolu gösterilmiş, hak ve batılı tefrik edecek akıl ve irade verilmiştir. Küfrü ve batılı seçenler, bu azim yanlışı irtikâp edenler hem dünyalarını hem ahiretlerini ziyan etmişlerdir. İmanı ve hakkı seçenler ise ebediyen kurtulmuşlardır. Görülüyor ki insan hayatı seçimlerle, tercihlerle şekilleniyor. Ya huzur ve saadeti, ebedî hayatı kazanıyor, cennetin sonsuz nimetlerine gark oluyor ya da ebediyen hüsrana uğruyor, cehennemin alevli ve kızgın ateşinde azaba mahkûm oluyor.
Ferdî, ailevî, ticarî, sosyal ve siyasî hayatımızda da seçimler çok mühimdir. Seçtiklerimiz bizim dışa vuran görüntümüzdür. “Nasılsanız öyle idare olunursunuz.” hadis-i şerifinin tecellisidir. Çünkü bu seçim bütün milletin hayatını etkileyen bir seçimdir. Namusunuzu ırz düşmanına, malınızı hırsıza, çoluk çocuğunuzu can düşmanınıza teslim edebilir misiniz? Elbette yüzlerce defa hayır.
Öyleyse sizi idare edecekleri imanlı, dürüst, ahlâklı, ehil, iffet ve namus sahibi, âdil kişilerden seçmek mecburiyetindesiniz. İyi bir idareci milletinin inancının gereğini yaşamasına yardımcı olan, o ortamı hazırlayan, kötülüklere köstek, iyiliklere destek olan ve etrafına ahlâklı, faziletli, dürüst, ehil şûra heyeti seçen kişidir.
Molla Câmi, Baharistan’ında şöyle der: “Hükümdarın yakın dostları iyi düşünmeli. Ağır başlı olmalıdır. Şaklaban nedimlerden bir hayır gelmez. Çünkü iyi düşünen, ciddi dostlar hükümdarı kemal derecesine yükseltirler. Soytarı meşrepler ise onun değerini alçaltırlar.”
“Âlimlerin dudaklarından dökülen her nükte bir mücevherdir. Göğsünü bu mücevher hazineleri ile süslemek ne hoştur. Engin gönüllü kimse hikmet cevherleri ile dolu bir hazinedir. O hazineyi kendinden uzaklaştırma.”
Hz. Ali kerremallahu vechehu’nun Mısır valisi Malik bin Haris el-Eşter’e gönderdiği emirnamede yer alan şu nasihatler tüm idarecilerin dikkatle okuması ve uygulaması gereken öğütlerdir:
“Memleketin yararına olan tedbirleri tespit etmek ve senden evvel insanlara huzur, güven, doğruluk ve iyilik sağlayabilmiş şeyleri devam ettirmek hususunda âlimler ve arifler ile sürekli olarak görüş ve danış. Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek herkesin benimsediği ve halkın iyi bir şekilde tatbik ettiği güzel bir âdeti sakın kaldırayım deme. Bu güzel âdetlerin faydasını giderecek yeni bir şey oluşturmaya da asla tevessül etme… Tayin edeceğin memurlar konusunda dikkatli ol. Çünkü en çok menfaat düşkünü kişiler şahsî çıkarları için bu göreve haristirler. Sakın şahsî yakınlık veya tesir altında kalarak hiçbir kimseye vazife tevdii etme. Çünkü bencillik ve tarafgirlik, zulüm ve hıyanete götüren iki sebeptir. Bu işler için iyi halleri ile bilinen ailelerden gelen, iyi yetişmiş, tecrübeli, hayâ sahibi, İslam’a hizmeti geçmiş kimseleri araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namus ve şerefi en sağlam olanlar tamahın cazibesine en az kapılır ve işlerin varacağı neticeleri en isabetli şekilde görürler.”
Görülüyor ki en mühim mesele insan meselesidir. İyi insan, yetişmiş insan, öncü insan olmadan hayırlı işler yapmak, iyi bir yönetici olmak mümkün gözükmüyor. Gerek İslam âleminde ve gerekse diğer ülkelerde devlet idaresini elinde bulunduran kişilerin ehliyetsiz, liyakatsiz ve milletinin değerlerinden kopuk oluşu insanlık semasını karartmakta, baskı, dayatma ve zulümlerle dünyamızı yaşanmaz hale getirmektedir.
Biz Müslümanlar; milletleri kabilecilik, ırkçılık, bölgecilik gibi ilkel düşünce ve uygulamalardan ümmet şuuruna kavuşturan bir inancın mensubuyuz. Bu inançla aşiretten devlete yükseldik ve devletimizi hilafetle taçlandırarak büyük bir medeniyet kurduk. Bu medeniyetin tesisinde dinamiğimiz İslam’ın yüce prensipleri oldu. Biz ülkeleri fethederken dünyaya talip olmadık. Kuru bir cihangirlik davasına kapılmadık. Hep îlâ-yı kelimetullah için cihad ettik. Onun için candan ve yârden vazgeçtik. Onun için şehadet bize bir sevda oldu. Ölümle ölümsüzlüğe kavuşmak için cepheden cepheye koştuk. Bir ölüyor, binlerce diriliyorduk. Fethettiğimiz her ülkede zulüm sona eriyor, mahzun gönüller sürurla doluyor; herkes malından, canından ve namusundan emin oluyor, inancının gereğini yaşıyordu. Karanlık güçlerin tüm çaba, karşı koyma, iftira ve karalamalarına rağmen İslam güneşi insanlık semasını aydınlatıyor ve beşeriyet bu aydınlık ufuklarda kendini tanıyor, gerçekleri görüyordu.
Zamanla ümmet, kötü idareciler, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker vazifesini yerine getirmeyen ilim adamları sebebiyle cihad aşkını, şehadet sevdasını, hizmet heyecanını kaybetti, durgunlaştı, pasifleşti. Madde, makam ve çıkar ön plana çıkmaya başladı. Gayesi Allah rızası olan ve İslam’ın hâkimiyeti için uğraş veren öncü insanlar azaldıkça azaldı. Nefsimize, kötülüklere ve kötülere yenik düştük. Bu bozulma, dağılma ve yenik düşme savaş meydanlarındaki yenilgiyi; iç âlemimizdeki küçülme de hâkimiyet kurduğumuz topraklardaki küçülmeyi beraberinde getirdi. Her çekildiğimiz toprak parçası mazlumların kanıyla sulandı. Bu yenilgilerle kaybeden sadece İslam ümmeti olmadı. Bütün insanlık kaybetti. Sonu gelmez zulümler, vahşetler milletlere görülmemiş acılar çektirdi. Medeniyet, teknik ilerlemeler ve refah asırlarca inkıtaa uğradı.
Bu acı gerçeği bir Hıristiyan, Fransa’da yayınlanan bir dergide şöyle dile getiriyor:
“Barbar Şarl Martel’in ordusu Fransa’da Müslümanlara galip gelmeseydi, ülkemiz ortaçağın karanlıklarına ve bataklıklarına düşmezdi. Din ve mezhep taassubunun dâhili boğazlaşmalarıyla karşılaşmazdı. Evet, POITIERS’de[2] Müslümanlara karşı bu vahşî galibiyet olmasaydı İspanya İslam’ın yüceliğinden istifade etmeye devam eder, Engizisyon Mahkemeleri denen günahtan kurtulur ve sekiz asır medeniyetin seyri gecikmezdi. Bizim bu galibiyet hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz ne olursa olsun ilim, fen ve teknikte övünülecek bütün ilerlemelerimizi Müslümanlara borçluyuz. Biz barbarlığın örnekleri olduğumuz sıralarda, Müslümanların beşerî kemâlâtın örnekleri olduğunu itirafa mecburuz.”
Evet, İslam’ın dışında bir hakikat yoktur. Onun dışındaki tüm sistemler zulümdür, baskı rejimleridir. Zâlimlere ve zulüm sistemlerine değil yardımcı olmak, gönülden meyletmek bile zulümdür.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Zâlimlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. (Zâlimlere meyledersiniz) Size yardım edilmez.” (Hud, 113)
İslam dininde zulmün her çeşidi yasaklandığı gibi zalime yardımcı olmak, zalime kalben meyletmek, zulme ve zalime tavır almamak da yasaklanmıştır.
Süfyan-ı Sevrî’ye ölmek üzere olan bir zalime su verilip verilmeyeceği hususunda sordular. O büyük imam “Su verilmez.” diye cevap verdi. “Ama ölmek üzeredir.” dediler. Süfyan-ı Sevrî “Bırak onu, su vermek de ona yardım hususuna girer.” dedi.
En büyük zulüm, küfürdür. Küfürle, inkârla kalbini karartan öncelikle kendi nefsine zulmetmiş olur. İşi ehline vermemek de bir zulümdür. Burada iki çeşit zulüm vardır: Ehil olmayana, ehliyeti olmayana bir iş vermekle o kişiye zulmedilmiş olur. Ehil olmayan kişiye verilen iş, zayi olacağından lâyık-ı veçhile yapılamayacağından o iş ile ilgili diğer kişilere de zulmedilmiş olur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İş ehline verilmediği zaman kıyameti bekle.” buyurmaktadır. Bir milleti idare edenler ehliyetsiz, liyakatsiz ve zalim iseler o milletin kıyameti kopmuş demektir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “(Resulüm) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf getirip götüren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine mal ve oğulları vardır diye sakın ilgi duyma.” (Kalem, 10-14)
Ayet-i kerimelerde özellikleri bildirilen kişi, İslam’ın azılı düşmanlarından Velid bin Muğire’dir. Yukarıdaki ayetler onun hakkında nazil olmuştur. Ancak bu vasıfları taşıyan kişiler her devirde var olmuş ve İslam güneşini söndürmek için akılsızca mücadele etmişlerdir. Bir millet için de bu vasıflarla muttasıf kişileri iş başına getirmek bir zulümdür. Çünkü bu gibi kişiler ellerine imkân ve fırsat geçer geçmez hemen o kötü huylarını ve soysuzluklarını izhar ederler.
Molla Câmi, Baharistan’ında şöyle bir hikâye anlatır: “İğnesinde mazarrat ağusu, okluğunda alçaklık oku gizlenmiş bir akrep yola çıkmıştı. Geniş bir suyun kıyısına geldi. Su kaplumbağalarından biri akrebin bu halini görerek ona acıdı. Sırtına bindirerek suya atıldı. Karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. O sırada kulağına bir ses geldi. Akrep, kaplumbağanın sırtına bir şeyler vuruyordu. ‘Kaplumbağa bu ses nedir?’ diye sordu. Akrep ‘Bu ses benim iğnemin sesidir. Sırtına vuruyorum. Her ne kadar sana bir tesiri olmayacağını biliyorsam da huyumun icabını yerine getiriyorum.’ dedi. Kaplumbağa kendi kendine ‘Bu tıynetsiz hayvanı kötü huyundan ve iyi huylu kimseleri de onun şerrinden kurtarmaktan daha büyük bir iyilik olamaz.’ diyerek suyun içine daldı. Akrebi dalgalara ısmarladı. Öyle bir yere gönderdi ki bir daha dönmesin.”
Yıllardır milletin sırtında, millete rağmen, akrep misali icraat yapanlar, İslamî değerlerin yükseldiği, nesillerin büyük bir coşku ve şevkle yeniden İslam’la barışıp yeni bir dirilişle ayağa kalktığı şu günlerde -inşallah- İslam’a teslim olup kurtulacaklardır.
“Kim, Allah’a yalan sözlerle iftira edenden veya onun ayetlerini yalanlayandan daha zalimdir? Şurası iyi bilinsin ki zalimler kurtuluşa ermezler.” (En’am, 21)
“Cennet ehli, cehennem ehline ‘Biz Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?’ diye seslenir. Onlar da ‘Evet.’ derler ve aralarından bir münadi ‘Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun.’ diye bağırır. Onlar, halkı Allah yolundan men eden ve onu eğriltmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.” (A’raf, 44-45)
Doğru seçim yapmak, iman edip teslim olup kurtulmak akl-ı selim sahibi kişilerin işidir. Yanlış seçim yapan, küfre ve inkâra sapan kişilerden daha ahmak ve daha zalim kim olabilir?
“Allah’ım! Senden başka hiçbir şeyi olmayan ben, senden başka her şeyi olanlara acırım.” (Konfiçyus)
Allah Teâlâ ile barışık olmayan, O’ndan müstağni olduğunu zanneden, elinde bulunanlara aldanan kişi gerçekten acınacak kişidir.
“De ki: Herkes beklemektedir. Öyle ise siz de bekleyin. Yakında anlayacaksınız. Doğru düzgün yolun yolcuları kimmiş ve hidayette olan kimmiş.” (Taha, 135)
[1] Usta, maharetli.
[2] Puvatya Savaşı. 10 Ekim 732’de Endülüs Emevileri ile Fransa’yı yöneten Franklar arasında yapılmıştır.