Lisedeki Alamut

Lisedeki Alamut

Liseli yıllarım heyecanımın ve enerjimin aklımı gölgelediği, içimin fokur fokur kaynadığı zamanlar.

Bugün günlerden canımı nefsimi değil imanımı kurtarma, kendime gelme, aslıma yönelme günüm…

Adı, şanı markalı bir lisede, son sınıftayım, başarılı bir öğrenciyim. Arkadaş ortamı, gırgır muhabbet ve telefon, tablet, internet, sosyal medya, videolar… Yani ihtiyacım olan ya da olacak her şeyim vardı veya ulaşabilecek bir yol bulabiliyordum. Online oyun partileri, kız arkadaşlarla yemekler, dengesiz espriler, laf atmalar… Kafeden kafeye, keyiften keyfe, hazdan haza. Anlatamayacağım derecede bir laubalilik ve şımarıklık içerisindeydim. Uçuyor muyum yoksa yuvarlanıyor muyum bilemedim. Kalbim dolu dolu huzur ve mutluluğum yok. İşte tam o anlarda müthiş bir hissizlik yaşamaya başlıyorum. Bir şey eksik sanki her şeye tat veren her şeyi dirilten bir şey. Sahi neydi o şey?

Karanlık günler, puslu zamanlardayım. Güneşle arama ay girmiş de ışığım kaybolmuş gibi. Hayatımın navigasyonunda çıkmaz sokakta sıkışmış, sanki tıkanmıştım. İçimde şuralarda bir yerlerde bir türlü yapamadığım, ne yapsam olmayan yani kapanmayan bir tatminsizliğim, yarım kalmışlığım var. Yukarıda bahsettiğim gibi sahi bu his neydi ki sınavlarda aldığım yüksek puan, kazandığım fakülte, aldığım maaş, yaptırdığım lüks ev… Uuff hakikaten bilemiyorum. Ruhsuz bir beden gibi caddelerde sokaklarda dolaşıyorum. Bazen arkadaşlarla beraberken bazen de aile ile bir araya geldiğim vakitlerde anlık unutuyorum, uzaklaşıyorum bu başarısızlıktan, bu içimdeki zindandan. Sonra tekrar kendimle baş başa kalıyorum. Beynimi kemirmeye başlıyor kurtlar. Yok mudur bunun merhemi. Allah’ım yardım et.

Bakın yine tıkandım müsaadeniz varsa şu şekilde devam edeyim;

Günlerden cumartesi, âdetim olduğu üzere dershanede olurum, öğle arasında hızlıca bir şeyler atıştırıp öğle namazı için camiye giderdim. O gün de yine öyle yapıp camiye gittim. Cami üç katlıydı. Genelde girişte namazı hızlıca kılar koşarak dershaneye giderdim. Yine tam dershaneye doğru koşacaktım ki bu sefer içimdeki merakı bastıramadım. Caminin en üst katına çıkıp bir bakmak. Hemen seri bir şekilde geri döndüm. Biraz ürkek, biraz meraklı adımlarla tırmandım üst katlara. Yavaşça içeri adımımı atıp biraz göz gezdirdim. Eski halılar, küçük pencereler, kullanılmayan rahleler kabaca bu kadar.

Tam geri dönecektim ki burnuma muhteşem bir koku geldi. Daha önceleri hiçbir parfümde hissetmediğim kadar güzel ve narin bir koku. Ah ah esir alıyor bu koku beni adeta sündürüyor, peşinde sürüklüyor. Mecbur yöneldim kokuya doğru baktım. Vücudu yıpranmış ama ruhu dipdiri olan, köşede en köşede ihtiyar bir amca. Evet, evet koku ihtiyar amcadan geliyordu. Elindeki tesbihle, dilindeki zikrullah’la sanki kokusu tüm arşı alayı sarıyor sarmalıyordu ve dünyadan soyutlanmış gibiydi. Bir an kendimi matrix de sandım sonra saçmalama dedim kendi kendime. Önce rahatsızlık vermeyeyim diye yaklaşmak istemedim. Sonra dayanamadım resmen amcaya doğru aktım gittim.

Sakince süzülüp usulca sokuldum, çınar ağaçlarına konan serçeler gibiydim. Nur yüzüyle bana bakıp tatlı tatlı gülümsedikten sonra “Hoş geldin delikanlı! Bir haftadır seni bekliyorum. Geleceğin söylendi de biraz geç kaldın sanki” dedi. Şaşkınca ve birazda mahcup bir hal ile ancak “hoş buldum” deyip başımı yere eğdim. Bu arada kafamda deli sorularla birlikte kalbimin kabına sığmayacak gibi heyecanlı bir şekilde çırpınması çok garipti. Almanya’dan amcası gelen çocuklar gibiydi hayret…

Gönlümde bir sıcaklık hissetim. Bir de baktım ki kalbimin üzerinde ihtiyar amcanın eli. Kafamı tam bir kaldırıp baktım ki yüksek bir dağın zirvesindeyiz. Bulutlarla aynı seviyedeyiz yer görünmüyor, göklere ulaşamıyordum. Hem çok şaşkındım, hem ne oluyordu, ne bitiyor anlayamıyordum. Dilimden tek bir cümle dökülebildi ‘neredeyiz?’.

Elbruz dağlarının zirvesindeyiz. Şu biraz aşağıda görülen de Alamut Kalesi. Sana göstereceklerim, anlatacaklarım, kendi Alamut’unu bulup yok etmen içindir. Ben senin gönlündeki hasretinim…

İdrakim şaşkın, dilim lal olmuştu sanki. Sahi ne yaşıyordum ben kendimde değildim. Belki size garip gelecek ama ihtiyar amcanın yanında güvende hissediyordum. Sanki AKŞEMSEDDİN’in dizinin dibinde fethi bekleyen İstanbul gibiydim.

“Evlat! Hiç soru sormadan, sana anlatacaklarımı, göstereceklerimi bölmeden dinle tamam mı?” dedi ve başladı anlatmaya…

Burası Alamut Kalesi ki dokunduğu kişinin iletişime geçip etkisi altına aldığı kişiyi zihnen uyuşturup kendi emrine alıp kullanan namı diyar haşhaşilerin merkezidir. İnsanlara sahte cennet vadedip hatta birtakım uyuşturucu niteliğindeki içecek ve otlarla kandırıp sahte cenneti şöyle bir gösterip sonra “Eğer sözümüzden çıkmazsan, kendini bu yolda feda edersen ebedi kalacaksın” gibi sözlerle kandırıp ve büyü konusunda çok ileri seviyede olan haşhaşilerin lideri Hasan Sabbah. Büyü tekniklerini de müritleri üzerinde uygulardı, her türlü suikast işlerinde de bu sayede müritlerini kullanırdı.

Hatta onların kim olduklarını bilmezsiniz. Geldiklerini anladığınızda artık ölüsünüz demektir. İsimleri anıldığında korkunun tavan yaptığı andır. Diğer suikastçıların aksine haşhaşiler suikasttan sonra kaçmaz, bulunduğu yerde kendilerini infaz ederlerdi. Alamut Kalesi de sarp dağların zirvesinde olduğu için dönemin şartları gereği fethedilememiştir. Büyük Selçuklu Devleti başta olmak üzere İslam’a çok zarar vermişlerdir. “Bak şimdi evlat! Seni nereye götüreceğim. Kapat gözlerini” dedi. Bir açtım ki gözlerimi büyük ihtişamlı bir çadırın önündeyiz. Kısık bir sesle yine ‘neredeyiz?’ dedim. Artık şaşırmıyordum desem yalan olur hala şaşırıyorum. Burası Kudüs Fatihi Selahaddin’in çadırı içeri girelim ve izle bakalım olacakları…

Selahaddin Eyyubi İslam’a verdikleri zarardan dolayı haşhaşilerin üzerine sefer yapmış ve haşhaşileri zayıflatmıştı. Haşhaşilerin o zamanki lideri Sinan da Selahaddin’e bir karşılık verecekti. İşte şimdi tam o andayız. Selahaddin uyanır ve yanındaki sehpada üzerinde hançer saplı bir notta şöyle yazar. “Bu hançeri kalbine saplaya bilirdik lakin senin ölmeni istemiyoruz ki ecel bizim ellerimizdir.” Selahaddin bunun üzerine haşhaşilerle anlaşır ama Sinan için bu durum yeterli değildir.

Şimdi çadırdayız. Çadırın önünde bir kişi var ve yüksek sesle “mesaj var, bunu sadece sultana söyleyeceğim” diyor. Selahaddin bu sesi buyur eder ve çadırdaki herkesi çıkartır. Sadece ve sadece kendi özenle yetiştirdiği iki yakın koruması kalır. Bir de fedai. Elindeki notla gelir, biz de izliyoruz olan biteni. Fedai sorar: “Çok mu güveniyorsun bu korumalarına” der. Sultan cevap verir. “Evet, oğullarım gibi” der. Fedai “Söyle onlara beni öldürsünler” der. Sultan emreder öldürün fedaiyi korumalar kıpırdamaz sultan tekrarlar emri yine değişen bir şey olmaz. Bunun üzerine fedai seslenir. Peki, öldürün sultanı desem der ve korumalar hançerlerini çekerler ve sultana doğru yürürler, sultan anlar ki her tarafı kuşatılmış ve söz verir haşhaşilere, dokunmayacağına anlaşırlar…

Tatlı tok bir sesle ihtiyar konuşmaya başladı. “Gördün mü yavrucuğum, anladın mı evladım! Her zamanın, her mekânın bir haşhaşisi vardır.  Senin görevin kendi Alamut’unu bulup onu fethetmek” dedi. Bir anda yok oldu. Gözlerimi açtım ki camideyim üst kattayım. Sanki hiç yaşamamışım gibi derken bir ezgiden şu dizeler aklıma düştü:

Ben hiçbir zaman bendim

Yangın damlaya döndüm

Aynalarda göründüm

Sen gibi ah sen gibi

Kafam çok karışık ne oldu ne bitti anlayamadım. Sahi kimdim ben, niçin vardım dünyada. Bir an duraksadım, hayatımı anlık gözden geçirdim. Telefon tablet arkadaşlar oyun partileri, sabahlara kadar online oyunlar, kız arkadaşlarla gereğinden fazla samimiyet, laubalilik… Ben ne yaşıyormuşum ya da ben yaşıyor muymuşum? Allah’ım, ne zor durumlardayım ne yapmam gerekiyor? Derken işte bu vahim olayı yaşadım ve fark ettim hatta kafama dank etti ne yapmam gerektiği. Bu cümleleri yazarken aklıma üstad Sezai Karakoç’un şu söylemi geldi “Kendimin bir diriliş eri olduğuma inanıyorum. Bir diriliş cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum. Bu bir zihniyet savaşıdır, kara ile akın savaşıdır. Bu bedenle değil zihinle yapılan bir savaştır ki, bir hayat tarzı, dünya görüşü yani bir medeniyet savaşıdır.” İşte ben de o gün fark ettim bir savaşta olduğumu, o gün anladım içimdeki boşluğun anlamını, o zaman idrak ettim meselenin üç günlük dünya değil meselenin iman kurtarmak olduğunu. Şunu da unutmadan ifade edeyim ki ilimden Allah için okumaktan kendime ve Ümmeti Muhammed’e faydası olacak çalışmalardan da geri durmadım. Bir yazarımızın dediği gibi ‘füze de yaparız o füzenin gölgesinde namaz da kılarız.’

“Yeniden doğacaksın. Kıyametini yaşayıp yeniden dirileceksin. Azrail’i, İsrafil’i, ve Cebrail’i adeta göreceksin. Yardım edecek onlar sana. Domuza karşı aslan, yılana karşı kartal, baykuşa karşı hüthüt, kargaya karşı bülbül, eşeğe karşı at olacaksın. Dünyaya, eşyaya yeniden anlamını getireceksin. O zamanda biiznillah, Allah da sana, senin kendi öz anlamını bağışlayacaktır. Hiç kuşkun olmasın.”

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.