Kudsiyet

Kudsiyet

Sözlükte “temiz olmak” manasındaki kuds kökünden türemiş mübalağa bildiren bir sıfat olan kuddûs “tertemiz, pak, kusurdan arınmış” demektir. Kur’an’da ve Hadislerde Rabbimizin güzel isimleri arasında sayılmıştır. Sadece Allah’ın zatı için kullanılan esmadandır.

“Biz seni yeterince tesbih ve takdis ederiz.” (Bakara, 30) cümlesinde yer alan takdis de, “Seni manevi kirlerden arınmışlığa nispet eder, yücelikle niteleriz” manasında “tesbih” ile paralel olarak söylenmiştir. Allah’ın noksanlıklardan, her türlü ayıptan, kusurdan uzak olması ve yüce tutulması demektir. Bu tenzih alanına bütün yaratılmışlık vasıfları dâhil olduğu gibi Allah’ın şeriki, benzeri, ayrıca çocukları olması vb. tevhidi bozan özellikler de dâhildir. “Ulûhiyette tevhid”in önemli kavramlarından birisi olmuştur.

Türkçe’mizdeki kudsiyet sözcüğü de Arapça’daki kuds kelimesinden alınmıştır. Aynı kökten gelen takdis “kutsallık nispet etme”, bundan türeyen mukaddes de “kutsallık nispet edilmiş” manasına gelir. Türkçedeki uğurlu anlamındaki “kut-sal” kelimesi zamanla fonetik yakınlık sebebiyle benzer manayı ifade eder hale gelmiştir.

İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkarılan bütün din biçimlerinde kutsal-tanrısal özellik atfedilen şeyler olagelmiştir. Bu varlıklara sevgi ve korkuya dayalı bir duyguyla insanlar bağlanmıştır, önemli saymıştır.  Bu değerlere saygısızlığın dünyevi ve uhrevi müeyyideleri olduğu kabul edilmiştir.

Kutsal mekânlar, kutsal zamanlar, doğaüstü olduğuna inanılan varlık türleri, kutsal nesneler hatta peygamberler ve din adamları bu bağlamda sayılabilir.

Tanrı ile insanlar arasında aracı konumunda addedilen bu varlıklara zamanla ilâhlık veya ilahilik/tanrısallık nispet edilerek şirke düşme tehlikesi her zaman olmuştur.

“Ortak olmak” ve “ortaklık”; “ortak koşmak” anlamındaki işrâk kelimesinden türeyen şirk ise en büyük günah ve küfür sayılmıştır.

Şirk, terim olarak “Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde veya O’na ibadet edilmesinde ortağı, dengi yahut benzerinin bulunduğuna inanma” demektir.

Kur’an’da Allah’ın varlığı ve birliği haricinde herhangi bir varlığın O’nun “ulûhiyetine” ortak koşulmaması, sadece O’na kulluk edilmesi, ancak O’ndan yardım istenmesi ve O’na sığınılması, şefaatin ancak Allah’tan beklenmesi ve O’nun izniyle gerçekleşeceğine inanılması emredilmektedir.

Cahiliye döneminde müşriklerin ay, güneş ve yıldızlar gibi gök cisimlerine, cinlere, heykellere vs değişik sebeplerle ulûhiyet-kudsiyet nispet ettiklerini biliyoruz.

Hz. Peygamber, müşrik bir toplumda tevhid inancını yerleştirmeye çalıştığı için tevhide aykırı inançlara yol açabileceği kaygısıyla ilk dönemlerde kabir ziyaretini bile yasaklamış, daha sonra kabirleri ziyarete müsaade etmekle beraber buraların ibadet yeri haline getirilmesini menetmiştir. Efendimiz “üç mescit” dışındaki mescitler için ibadet kastıyla yolculuk yapmayı da doğru bulmadığını ifade buyurmuştur.

Bir Müslüman’ın Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı tevhidi zedelememelidir. İtikadımıza göre hiçbir insan peygamber derecesine çıkamaz; peygamberlere bile insanüstü bir özellik nispet edilemez. Sadece Allah’a gösterilebilecek tazim ve hürmet başka hiçbir şey veya kimseye mecazen de olsa gösterilemez. Başta peygamberler olmak üzere Allah katında makbul olan Sıddıklar, Şehitler, Salihler insanların hüsn-ü zanda bulundukları veliler, hatta meleklerden hiçbiri aşkın olma özelliği taşımaz.

Kur’an’da eski kavimler anlatılırken çokça bahsedilen puta tapma olaylarının birçok kez başlangıçta masum zannedilen sebeplerle başladığı bilinmektedir.

Yine Kur’an’da İsrailoğluları’nın, Mısır esaretinden kurtarılınca karşılaştıkları putperest kavme özenerek Musa’nın da kendilerine bir put yapmasını istemeleri, ayrıca Sâmirî’nin yaptığı altın buzağıya tapmaya kalkışmaları kınanmıştır.

Hıristiyanlık tarihinde ikona olarak adlandırılan aziz/azize resim ve tasvirlerine saygı putperestlik tehlikesi taşıdığından ilk dönem kiliselerden ikona, resim ve heykellerin kaldırılması için büyük mücadeleler verilmiş, önceleri başarılı olunsa da “ikon ilahiyatı” geliştirilerek dinin parçası haline getirilmiştir.

Mekkeli müşrikler Kâbe’ye olduğu gibi putlara da kudsiyet izafe ediyorlardı. Bu sebeple Kâbe’nin dışında put evleri-tapınaklar edinmişlerdi. Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi zaman zaman put evlerini de tavaf ederlerdi. Hediyeler verir, kurban keserlerdi.

Mekke’nin Fethi ile birlikte bu tapınaklar, putlar tamamen ortadan kaldırılarak tevhid inancına zarar verilecek her türlü gelenek, inanış ortadan kaldırıldı. Sahabe hassas durum nedeniyle Kâbe etrafında yer alan ve kutsal kabul edilen “Safa ve Merve” tepelerinin durumunu sorduklarında o iki tepenin Allah’ın şeairinden olduğunu açıklayan ayetler nazil oldu. Mekke ve Medine’nin harem ilan edilmesi bizzat Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiştir. İsra Suresinin ilk ayetinde Mescid-i Aksa’nın çevresinin mübarek kılındığı belirtilmiş, bu nedenle de şehre “Kudüs” denilmiştir.

Mahiyetleri itibariyle değil, Müslümanların hayatındaki fonksiyonları ve taşıdıkları hâtıralar bakımından bazı şeylere mecazi/itibarî bir kutsiyet atfedilebilmektedir.

Allah’ın ve Rasulü’nün onayladıkları dışında insanların hiçbir varlığa, hiçbir yere dini anlamda özel bir önem ve mana yükleyemeyeceği açıktır. Bunun yanında bazı şeylere sembolik anlamlar yüklenilmesi normaldir, yüklenen sembolik değerler ölçüsünde saygı gösterilmesi de tabiidir. Burada olmazsa olmaz sınır “tevhid” inancının safiyetidir, zedelenmemesidir. Vatan, sancak, bayrak telakkileri bu çerçevede değerlendirilmelidir ayrıca bu kavramların sünnette de yeri olduğunu biliyoruz.

Nitekim Hz. Ömer Hacer’ü-l Esved için, “Senin zararı veya faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum. Rasulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim” demiştir. (Buhari, Müslim)

Aynı Hz Ömer İnsanların Rıdvan Bey’atının altında yapıldığı ve Kur’an’da zikredilen ağacın insanlar tarafından ziyaret edildiğini öğrenince kestirerek yok etmiştir.

Cami, seccade, tesbih boncuğu gibi ibadetler için araç olarak kullanılan şeylerde de aynı sınır muhafaza edilmelidir. Temsil ettikleri değerlere saygı-saygısızlık kastı dışında kendi varlıklarından dolayı özel bir muameleyi hak etmezler.

İslam tarihi boyunca “tevessül, istimdat, istiğase/gavs, istiane, iltica, himmet, rabıta vb” kavramları üzerinden tevhid, şirk konularının tartışılması bu hassasiyetin ve sınırlar içerisinde kalma gayretinin sonucu olarak görülmelidir.

Kitap ve Sünnet’te tevhid ilkesine büyük önem verilmesi, maddî ve manevi özellikleri bakımından yaratılmışların en üstünü olan insanın hürriyetini sağlama ve üzerine yüklenen hilafet görevini hakkıyla yerine getirebilmesi hedefine yöneliktir. İnsan yalnız yaratıcısına boyun eğmelidir; O’ndan başka hiçbir mevcudu kutsamamalı ve ona kulluk etmemelidir. Allah’tan başka vazgeçemeyeceği hiçbir şey olmamalıdır. Sadece Allah’a kul olmak en büyük hürriyet ve şeref, yaratılmış şeylere kul olmak (kul-lanılmak) en büyük zillettir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.