Klasik Zevklerin Kıyısında

Modern hayat tarzı, modern zevk ve renkler tüm parlaklığıyla hayatımızın en baskın unsurlarından birine dönüştü. Biz ve evlatlarımız batı menşeli olup tüm dünyayı saran bu sele kapılmış gidiyoruz. Dinimiz, ibadetlerimiz, belli değerlerimiz farklı olsa da onlar gibi giyiniyor, onlar gibi eğleniyor, onların izlediklerini/izlettiklerini izliyor, en biricik dostumuz olan cep telefonlarımızı onlar gibi kullanıyoruz. Bu durumun bize mahsus olmadığı muhakkak. Arap âlemi, Hintliler, Çinliler, Ruslar, Koreliler, Afrikalılar… Akıllı cep telefonu almaya gücü yeten herkes Youtube ile Whatsapp ile benzer bir bağ kurup benzer bir kimliğe bürünmüş oluyor. Artık sadece batıya ait olmayan, tüm dünyanın ortak kültürü haline gelen bu yeni yaşayışın yediden yetmişe herkesin eline, cebine, gündüz ve gecesine girmiş olması artık çok da şaşıracağımız bir şey değil. Ama bu sele kapılıp kendi dünyamızı, kendi renk ve zevklerimizi bu kadar hızlı unutmuş olmamız son derece garip ve acı bir durum.
Kâinatın hüsranda olduğu bu çağda ebedî kurtuluş için imana, amele ve cihada muhtacız. Bu üçü bir arada olursa kurtulur, yoksa -Allah muhafaza- hüsran içinde boğuluruz. Dolayısıyla bu üçü her adımda ilk tercihimiz, en büyük önceliğimiz olmak zorundadır. Ama bir de her gün mübahlar dairesinde onlarca, yüzlerce tercihte bulunuyoruz. İşte bu tercihleri yaparken de karşımızdaki mübah şıklar arasında bizim olanı, bize ait olanı tercih etmeliyiz. Yani başka bir ifade ile ecdadımızın zevk alıp gönüllerini ferahlattığı lezzetleri biz de tatmalı, yaşayıp yaşatmalıyız.
Bugün sanat deyince, sanatçı deyince aklımıza bize ait olan değil bize yabancı hatta düşman olan şeyler gelmekte. Hâlbuki bizim de sanatımız, bizim de sanatçımız var. Çünkü sanatçılar sadece artistlerden ve şarkıcılardan oluşmaz. Filhakika sanat, güzel olanı hissetmek ve hissettirmektir. Ve biz de kendi güzelliklerimizi bu sanatlar ile duyabilir, hissedebilir, yaşayabiliriz.
Peki, ecdadın zevk aldığı bu sanatlar nelerdir? Tarihte mi kalmıştır yoksa ulaşabileceğimiz yerlerde midir?
Öncelikle bu zevklerin tarihte kalmadığını, kolayca ulaşıp onları kolayca deneyimleyeceğimizi hatırlatalım. Evet, mazi ağacında yeşeren bu güzellikler asırlar içerisinde olgunlaşıp kızarmıştır ve elimizi uzatsak yetişeceğimiz bir dal gibi tam karşımızda çeşit çeşit meyvelerle bizi beklemektedir.
Ecdadın sanatını duyup hissedeceksek buna ilk olarak mimari ile başlayabiliriz. Bulunduğumuz şehrin tarihî camisi, eski konakların yer aldığı çarşısı bizi asırların güzelliği ile bir araya getirecektir. Ama bir yere yetişmeye çalışırken bu eserlere göz ucuyla bakmak bize bu zevki sağlamaz. Rahat bir zamanda bir bardak çay eşliğinde ecdad yadigârı bu eser hususi olarak temaşa edilmelidir. Dua için açılan bir el gibi minarelerini göğe salan bir cami, cumbalarına sarmaşıkların dolandığı bir konak, buram buram kahve ve baharat kokan bir çarşı, asırların nehir olup altından aktığı bir taş köprü, karşısından geçen gençlerin yabancılığına, sarhoşluk ve serkeşliğine göz yaşı döken bir çeşme insana ne kadar da çok şey söyler. Ama bunu duyabilmek için önce durmak ve alıcı gözlerle şehirlerimizdeki bu ecdat mühürlerini temaşa etmek lazımdır.
Modern şehirlerin bu kadar çirkin olmasının en büyük sebeplerinden biri de bu temaşayı kendimizden ve bu eserlerden esirgememizdir. Ecdadımızın gönül okşayan bir zarafetle şehirlerimize nakşettiği bu güzellikleri örnek alsaydık şehirlerimiz bu kadar şekilsiz olur muydu? Suriçi’nde, bilhassa Süleymaniye’de yüz yıl önce kullanılan şehircilik tetkik edilip uygulansaydı İstanbul bir masal diyarı olmaz mıydı? Her şehrin tarihî merkezi yeni yapılar için örnek olmalıydı. Bu tren çoktan kaçmış ve şehirlerimiz son derece çirkin bir görünüm almıştır. Ama tarihî eserlerin yeni bir gözle tekrar yorumlanması modern ve şık şehirlerin inşasını mümkün kılacaktır.
Klasik sanatlarımız arasında tanımamız ve zevk etmemiz gereken en önemli sanatlardan bir tanesi de hat sanatıdır. Hat ile bir hattat olarak iştigal etmek, hat meşk etmek muhakkak ki çok değerlidir. Ama bundan evvel toplum olarak ilk önce hat öğrenmeye değil hattan zevk almaya bakmamız lazım. Nasıl ki şiirlerin tek muhatabı şairler değilse hattın tek muhatabı da hattatlar değildir. Hattat olmayan insanların da hat bilgi ve zevkine ihtiyacı vardır. Çünkü hat, ecdadın son derece ehemmiyet verdiği ve zevk aldığı bir sanattır. Hat sanatı Kuran-ı Kerim’e olan hürmet sebebiyle gelişmiş ve en mükemmel forma kavuşmuştur. Ama bu sanatın tadına varabilmek için önce onun dünyasına girmek, hat temaşasına vakit ayırmak gerekir. Hamid Aytaç gibi, Halim Özyazıcı gibi, Necmeddin Okyay gibi üstatların yazıları ile başlanarak hat temaşasına vakit ayrılmalı ve ardından Hattat Sami Efendi, Rakım Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Yesarizadeler gibi büyük hattatların yazıları adeta bir manzara gibi seyredilmelidir. Bu sırada sülüs, nesih ve talik yazılar birbirinden ayrılmalı ve yazılara bu gözle bakmalıdır. Hat temaşası için www.ketebe.org isimli sitenin ziyaret edilmesi tavsiye olunur.
Musiki de Osmanlılar için olmazsa olmaz bir sanattır. Ve bu sebeple Yahya Kemal
Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden
demiştir. Evet, musikiyi bilmek ecdadı bilmektir. Musikiye yabancı kalmak ecdada yabancı kalmaktır. Tamburî Cemil Bey gibi, Hafız Sami gibi Osmanlı musikişinaslarının kayıtlarına internetten ulaşmak mümkün. Şerif Muhittin Targan’ın Mehmed Akif’in hayranlıkla dinlediği bir dostu olduğunu ve kayıtlarına kolayca ulaşabileceğinizi hatırlatalım. Ayrıca Münir Nurettin Selçuk Osmanlı musikisini modern bir üslupla yakın tarihte icra etmiş, daha kolay dinlenen büyük bir üstattır. Dolayısıyla musiki yolculuğuna Münir Bey ile başlamak bu yolculuğu kolaylaştıracaktır. Kani Karaca, Bekir Sıtkı Sezgin gibi hafız musikişinaslar da son döneme damgasını vurmuş önemli isimlerdendir.
Ecdadımızın adeta hava gibi teneffüs ettiği, yüzyıllar boyu rüzgarına kendini teslim ettiği bir diğer sanat da şiirdir. Bir berceste beyte dünyalar sığar. Güzel yazılmış bir gazel anlaşıldığında adamın aklını başından alır. Bunları okumak ve bunlardan tat almak için şair veya profesör olmaya hacet yok. Pek çok beyitte bilinmeyen kelime sayısı ya ikidir ya üçtür. Bu beyitlerin manası anlaşıldığında insana tarifi zor bir mutluluk verir. Ama bu mutluluğu yaşamak için azıcık gayret etmek icab eder. Bunun için ilk adım olarak Ziya Paşa’nın her beyti bir hikmet incisi olan Terkîb-i Bend’i sözlük yardımıyla okunabilir, bu husustaki videolara müracaat edilebilir. Veya aynı eserin Şule Yayınları’ndan çıkan sözlüklü baskısı tercih edilebilir. Osmanlı edebiyatı konusundaki bir başyapıt olan A. Atilla Şentürk’ün antolojisi okunabilir. Veya Hayati İnanç hocamızın bu konudaki videoları takip edilerek beyitlerin tadına varılabilir. Ayrıca bu noktada beyitlerden tat almanın en etkili yolunun onları ezberlemek olduğu unutulmamalıdır.
Cilt, tezhip, ebru, minyatür gibi ilgilenebileceğimiz daha pek çok sanat var. Bunları kurslara giderek, icra ederek tanımak ve ihya etmek mümkündür. Ama icradan önceki ilk aşama tatmak, temaşa etmek, aşina olmak olmalıdır. Bu sayede hayatımızda yeni bir zevk penceresi açılmış olacaktır. Ve dört bir yandan hücum eden batı kültürüne karşı biz olarak, kendimiz olarak, Osmanlı’nın tarihi ve kültürel mirasçısı olarak dimdik durmak ancak bu sayede mümkün olacaktır. Bu vadide gelişmek isteyenler bol telveli bir fincan kahve kaptıktan sonra ismi geçen musikişinaslardan bir tanesini açıp Ketebe.org’da yer alan nefâisi temaşaya hemen başlayabilirler. Görecekleriniz ve duyacaklarınız size yabancı gelirse telaş etmeyin. Aynı işlemi defalarca tekrarladıktan sonra ecdadın sarayına giriş için siz de destur alabilirsiniz…