KİTAP ve SÜNNET

Mü’min-i Kamil, heva, şehvet ve bid’atin ortadan kalkması için, nefsiyle ve kötü alışkanlıkları ile mücadele eden, kalplerde kitap ve sünnete göre amel etmenin yer edilmesi için de gayret gösterendir.
İslam toplumunu oluşturan fertler eğri büğrü yollara sapınca, kitap ve sünnetten kopunca ve öz benliklerinden uzaklaştıklarından dolayı devletleri de iktidarları da kayboldu. Akıl almaz tavizlerinden dolayı hükümranlıkları yok olup gitti. Muazzam bir medeniyet kurup dünyanın en güçlü ve zengin topluluğu oldukları halde zamanla bu güç ve zenginliklerini kaybetmelerinin, topraklarının düşmanlarınca yağmalanmasının, aziz iken zelil, zengin iken fakir olmalarının baş sebebi, Müslümanların kalitesizleşmesidir.
Tarihe adlarını altın harflerle kazıyan Müslümanlar, küçük menfaatler peşinde koşup, İslam’ın özünden ve aslından kopmaları sonucu var olan kaliteli toplum yapısını kaybetmişlerdir.
Hiç kimse, kitap ve sünnetten yüz çevirip, kendi yöneldiği yanlış yolda Allah’ın kendisini terk ettiği, illa da sapmak istediği için bütün hidayet kapılarını kendisine kapattığı bir kimseyi hidayete ulaştıramaz. Allah’ın sünnetinde herkes arayıp kazanmak istediği şeye ulaşır. Hükümlerin üç yolla ortaya çıktığı anlaşılmış olur:
- Kitapla sabit olan hükümler.
- Sünnetle sabit olan hükümler.
- Kitap ve sünnete havale etmek yoluyla sabit olan hükümler ki, bu da kıyastır.
Cüneyd -radiyallahu anh- der ki: “Allah’ın Resulünün izinden giden, sünnetine uyan ve yoluna koyulanların dışında herkese bütün yollar kapalıdır. Çünkü hayır yollarının hepsi ona, onun izini takip edenlere ve sünnetine uyanlara açıktır.”
Evza-i şunları anlatır: “Hz. Peygamberin ashabının ve tabiilerin üzerinde durduğu beş şey vardır. Bunlar:
- Cemaate devam etmek,
- Sünnete uymak.
- Mescitleri onarmak.
- Kur’an okumak.
- Allah yolunda cihad etmektir.
Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyuruyor: “Sizin üzerinize düşen benim sünnetime ve benden sonra gelecek Hulefa-i Raşidin’in yoluna tabi olmak ve onlara sımsıkı sarılmaktır. Dinde sonradan ortaya çıkan şeylerden sakınınız. Çünkü her bid’at sapıklıktır.”
Yine hadisi şerifte Efendimiz -sallallahu aleyhi vesellem- :
“Ben sizleri apaçık bir yol üzerinde bıraktım. Gecesi gündüzü gibi aydınlıktır ve ben size biri konuşan, diğeri de susan olmak üzere iki vaaz bıraktım. Konuşan vaiz Kur’an, susan vaiz de ölümdür.” buyurmuştur.
Şeriat Kur’an ve sünnete dayandırılmıştır. Allah’ın koyduğu sınırlara, O’nun farzlarına, emir ve yasaklarına dikkat etmek yine Kur’an ve sünnet sayesinde olurken, mü’minin dünya ve ahiret mutluluğuna ermesi de bu iki esasa bağlı olmakla mümkün olur.
Genelde insanlar “zaman bozuldu” derler. Bir anlamda suçu zamana yükleyip avunmak isterler. Gerçekte bozulan zaman değil, insanlardır. Tıpkı “mevki ve makamların saygınlığı, oralarda oturan insanların saygınlığı ve şerefine bağlı” olduğu gibi zamanı değerlendirenler de o zamanı kullananlar, o kesitte yaşayanlardır. Asr-ı saadette günler geceler ile zamanımızdaki günler geceler arasında gün ve gece olmak bakımından hiçbir fark yoktur. Ama söz konusu zamanlarda yaşayanlar açısından ise “Eyne’s-sera ve’s-Süreyya”, demekten öte ne söylenebilir? Onlar, yıldızlar gibidir hangisine tabii olursanız yolunuzu bulursunuz.
Hepimiz bir toplumun içine doğuyoruz ve fakat mezara yalnız giriyoruz. Meseleye İslam dini açısından bakıldığında ahlâkın bireysel ve toplumsal açıdan önemi “âkıbet” fikrini ön plana çıkarmaktadır. “Bir toplum” diye buyuruyor Allah, “kendi iç şartlarını değiştirmedikçe, Allah o toplumu değiştirmez.” Eğer öngörülen toplumsal değişiklik olumlu yönde olacaksa, o toplumun fikrî ve ahlâkî yapısını değiştirmesi ilâhî sünnet gereği zorunludur. Şu halde birey kendisini ve içinde yaşadığı toplumu hangi âkıbete doğru yönlendirdiğine bir bakmalı, attığı her ahlâkî adımın içinde yaşadığı toplumdaki manevî etkilerini daima hesaba katmalıdır. Kısacası formül şudur: “Erdemli toplum için erdemli insan.”
İslamiyet, Allah’ın yarattığı insanları, “Allah’a kul olma kişiliği”ne sahip kılan, bu sebeple de Müslümanların her yaptıklarını bilinçli olarak yapmalarını isteyen; körü körüne taklitçiliği ve “uydum kalabalığa” anlayışını asla tasvip etmeyen bir dindir. Teslimiyetçi ve tavizci tavırları, iradesizliği değil; kendi değerlerine sonuna kadar ve kendine has özellikleri içinde sahip çıkan soylu davranışları istemektedir. Daha kısa bir ifade ile Müslümanların İslamî kimliğine her halukârda sahip olmasını öngörmektedir. Bu yüzden de sömürgeci güçlerin ve çıkarcıların propaganda yaptığı gibi, “zaman sana uymazsa, sen zamana uy” kolaycılığını ve bukalemunluğunu asla benimsememekte; Müslümanlara, “hayata uyma”yı değil, “hayatlarını hakka uydurma”yı hedef olarak göstermektedir. Hadisimiz, işte bu temel tespit ve ilkenin belgelerinden biridir. Yüce Rabbimiz bu konuda bakınız bizleri nasıl ikaz ediyor:
“De ki, eğer Allah’ı gerçekten seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve bağışlasın..”
O halde mü’min, Allah’a karşı olan sevgisini Hz. Peygamber’i izlemek, ona uymak ve onun öğrettiği şekilde yasamakla ispat edecektir. Mü’minin peygambere tabi olması, onun en belirgin imani özelliğidir. Mü’minin Hz. Peygamber’e ve onun sünnetine karşı tavır alması düşünülemez. Zira o, şu İlâhî ikazın farkındadır:
“De ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde etmiş olduğunuz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin…”
Hakka teslimiyet ve Allah korkusuyla yanlış yollardan sakınanlar, Hakk düşmanlarıyla olan mücadelelerinde ilk elde başarısızlığa uğrasalar bile sonunda mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bu, İlâhî bir kanundur. Bu yüzden maruz kalınan sıkıntılara sabırla göğüs germeli, yolda karşılaşılan engellere sebatla direnmeli ve düşmanın geçici başarıları yüzünden asla direnci yitirmemelidir.