Kıssadan Hisselere ‘Tarihî’ Kisvesi

Allah Teâlâ tarafından indirilen, üslûbuyla, konusuyla, her suresi, her ayetiyle kısacası her şeyiyle mükemmel olduğuna şüphe barındırmaksızın iman ettiğimiz kitabımız Kur’an’ı Kerim’in, kullandığı üslûp şekilleri arasında en önemli olanın neredeyse kitabın yarısını teşkil eden kıssa anlatım üslûbu olduğunu görüyoruz.
Kıssa kelimesinin; anlatmak, haber vermek, hikâye etmek, takip etmek, izlemek, kesmek vb. gibi anlamları bulunmaktadır. Bu kelimenin manalarına bakarak da Allah Teâlâ’nın kıssa anlatımı ile neyi murat ettiğini anlayabiliyoruz.
Kur’an’da da anlatılan kıssalara karşı “neler yaşamışlar ya hu” deyip geçmek yerine kıssalardan ders çıkarmak ve kıssada bize çizilen yolu takip etmek, o yolu izlemek temel görevimizdir. Allah Teâlâ “Süleyman ne güzel kuldu.” (38/30) dediğinde tebessümle geçmek yerine “ne yapmıştı da bu sözü hak etmişti, biz de yapmaya çalışalım” diyerek bakmalıyız. Zenginlerimize Süleyman aleyhisselam örnek teşkil ettiği gibi bizim nasıl davranmamız ya da davranmamamız gerektiğini bilmediğimiz her durumda, o olayı önceden yaşamışların kıssası anlatılır ki; örnek alalım ya da ders çıkaralım.
Teşbihte hata olmasın, bir öğretmen saatlerce ders anlatır. Öğrenciye ne anladığı sorulur ve cevap öğretmenin dikkatleri toplamak için anlattığı lise hatırasıdır. Naçizane buradan yola çıkarak arada anlatılan hatıranın, kıssanın genel konu ile ilgili olması, o konuyu zihinlerde pekiştirecek bir yaşanmışlık olması, tüm anlatılanların boşa çıkmaması için önem arz etmektedir. Kur’an’ı Kerim’deki kıssaların, diğer ayetlerden daha çok akılda kalıcılığı ve aynı zamanda asıl anlatılmak isteneni bizzat barındırdığı görülmektedir.
Kıssanın kelime manalarından dikkat çeken biri de ‘kesmek’tir. Fark edilirse Kur’an kıssaları gereksiz ayrıntıya yer vermez. Hz. Adem’in yediği meyve, hüthüt kuşunun rengi gibi unsurlar anlatılmaz, ‘kesilir’. Çünkü Kur’an ne bir tarih kitabı ne de bir edebiyat kitabıdır.
Rasulullah aleyhisselam ve ashabının da kıssaları en iyi şekilde anladığı ve ona göre hareket ettiği görülmektedir. Misal, Rasulullah aleyhisselam’ın kendisini adaletsizlikle itham eden kişiye karşı öfkeleneceği sırada Hz. Musa aleyhisselam’ı hatırlayıp “Allah, kardeşim Musa’ya rahmet etsin…” diyerek onun yaşadıklarına bakıp kendi yaşadıklarına sabretmesi kıssalara karşı aslolan tavrı en güzel biçimde ortaya koymaktadır.
Nitekim onun ahlakıyla ahlaklanan sahabe de aynı tavrı sergilemiştir. Yasin suresinde, kavmi tarafından öldürüldüğü halde kendisine verilen nimetleri görünce “keşke kavmimde bilseydi” diyen adamın merhametini Hz. Ebubekir radiyallahu anh’da görmekteyiz. Efendimiz aleyhisselam “Ümmetime karşı en merhametli Ebubekir’dir.” buyurmuştur. Biz o kıssadaki adamın kim olduğunu, yerin neresi olduğunu ana konumuz yaparken Ebubekir radiyallahu anh o adamın merhametini kendi merhameti edinmiştir. Önemsiz şeylerle uğraşanların akıbetini dahi kıssalarda okurken hâlen böyle davranmaktayız. Ayette geçtiği üzere “And olsun ki Resullerin kıssalarında aklı başında olanlar için ibretler vardır.” (12/11)
Zamanımızda amaç dışına çıkma gayretine bir de “tarihsellik ve yaşanmışlık” mevzusu eklenmiştir. Kur’an, kıssaları anlatırken ‘hak’ kelimesini kullanmasına ve ayette “Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın.” (33/62) denilmesine rağmen bazı hocalarımız(!) tarihselliği savunmaktan, bazıları yaşanmışlığını sorgulamaktan geri kalmamaktadır.
Oysa ne Peygamberimizin ne de sahabelerin böyle bir tavrı görülmemektedir. “Ya Rasulullah peki gerçekten bunlar yaşanmış mı?” Ya da “Ya Rasulullah bu ayetler bizden sonrakilere hitap edemez ki!” gibi rivayetlere rastlanılmamaktadır. Aciz kullar tarafından yazılan tarih kitaplarındaki bazı tartışmalı mevzulara bile laf etmeyen hocalarımız(!) nedense, Kur’an’ı Kerim’de anlatılan kıssaların yaşanmışlığını sorgulamakta, bize hitap etmediğini düşünmektedir. Onlar öyle düşünedursun biz; Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bize indirdiği Kur’an’ın herhangi bir noksanlık içermediğine, kıssaların yaşandığına ve bize hitap ettiğine şeksiz şüphesiz iman etmekteyiz.
Günümüzde yeterince bu bağlamda sorular irdelenmektedir. Bu konular halk arasında neredeyse sürekli tartışılmakta, ortaokul öğrencileri bile bu konuları merak etmekte ve bu konular üzerine sorular sormaktadır. Bu konularla İlahiyat camiası, Ehli Sünnet vel cemaat akidesi çerçevesinde(!) ilgilenir, değerlendirir, ortaya bir sonuç çıkarır. Lakin halkın bu gibi konularla meşgul olmasını ve çok rağbet gören televizyon programlarında sürekli tartışılmasını doğru bulmuyoruz. Bulanık bir zihne sahip bedeni harekete geçirmek, ağır bir taşı kaldırmaktan daha zor olsa gerek.
“Peygamber efendimiz neden Arap toplumuna gönderildi?” diye siyer ilminin mukaddime kısmında bir soru sorulur. Siyer kitaplarımızda bu soruya verilen cevaplardan biri de şöyledir; Arap toplumunun dışında bulunan devletler Bizans, Çin gibi o dönemde ya felsefi sorularla ya da Hristiyanlığın teslis muammasına çözüm üretmekle uğraşmaktadır. Bu problemler halkın ağzına kadar inmiş vaziyettedir. Arap kabilelerinin ise zihin planında bu şekilde bir çalkantıya kapılmadığını görüyoruz. Bu durumda Tevhid inancının inşası daha kolay olacak, zihinler harekete geçmekte zorlanmayacaktır.
Şimdi bizdeki bu vaziyeti nasıl değerlendirmek gerekir? Sürekli bu tartışmaları gündeme getirmekteki amaç ne olabilir? Allahu âlem, ama “İslam’ı hareket planında sindirmek, Müslümanları zihnen karmaşık biz vaziyete sevk etmek.” olduğunu düşünüyoruz. Bu vaziyet biz Müslümanları faydadan çok zarara uğratacaktır.
Ve-l Hâsıl Kelam;
Asıl yapmamız gerekenin de bu tartışmalara girmek yerine Rasullullah ve ashabının tavrını sergilemek ve Kur’an-ı Kerim’i bir ders kitabı okur gibi okumaktan vazgeçmektir. Asıl maksadın hâsıl olması için Kur’an’ı, sünnet çerçevesinde okumalı, anlamalı ve yaşamalıyız.