Kelebek Etkisi

Evren, yaradılışından itibaren Rabbimizin emri ile çeşitli afetlere maruz kalmış, dünya ve insanoğlu da bundan payını almıştır. İnsanoğlunun elinde olmadan gerçekleşen doğal afetler, astronomik olaylar, kıtlık zamanları, salgın hastalıklar gibi felaketlerin yanı sıra insanlığın kendi kendine yaptığı savaşlar, kimyasal, biyolojik, nükleer silahlanma gibi olaylar doğayı ve insanlığı oldukça yıpratmıştır. Bu felaketlerin meydana gelmesi yine insanoğluna uyarı niteliğindeki ilahi tecelliden başka bir şey değildir. Yazımızda insanoğlunun başına gelmiş nice felaketlerden biri olan salgın hastalıkları ele alacağız. Bilinen, belki de en büyüğü ve en ciddi sonuçları olan büyük Avrupa veba salgını ve diğer salgınların oldukça kısa tarihine değineceğiz ve bu salgınların klinik tablolarından ziyade daha çok epidemiyolojisi yani insanoğluna içtimai açıdan etkilerinden ve o dönem ki insanların salgınlar için almış oldukları önlemlerden bahsetmeye çalışacağız.
Asıl konumuza geçmeden önce, biraz biyoloji dersi tadında, salgınlara sebep olan varlıklardan bahsetmekte fayda olacağını düşünüyorum. Salgınlar çoğunlukla bakteri, virüs veya mantar kaynaklı meydana gelmektedir. Bu mikroorganizmalar insana; hayvan, bitki gibi başka bir canlı sınıfından (Bakteri, virüs ve diğer mikroorganizmalar bu bulaş yolağını kullanabilirler.) ya da çöpler gibi doğada kendilerine uygun yaşama alanı bulduğu cansız ortamlardan bulaşabilirler. Tabi virüsler cansız ortamdan bulaşma lüksüne sahip değillerdir. Onlar sadece canlı hücreler içinde aktif olabilmektedir. Kendilerine ait genomları bile mevcut değildir, bu nedenle de girdikleri hücrelerin genetik bilgilerini kullanırlar. Bakteriler virüslere göre biraz daha gelişmiş sayılabilir çünkü onların kendi genomları vardır. Ancak burada bahsetmiş olduğumuz gelişmişlik seviyesi asla tehlike yayma ilişkili değildir. Hatta virüsler ekseriyetle bakterilerden daha tehlikelidir. Daha da somut düşünmek istersek bakterileri bir vücut, virüsleri ise akıl olarak zihnimizde canlandırabiliriz.
Yüce Allah dünyayı, değil gözle görmek sıradan mikroskoplarla dahi görülemeyen yarı canlı yarı cansız bir varlık olarak sayılan virüsten, en organize varlık olan bizlere kadar evreni bir denge içinde yaratmıştır. Bu iki canlı alemi yani bizlerle virüsler arasındaki varlıkları organizasyon hiyerarşisine göre sıralarsak o aralıktan herhangi bir varlığın tamamen yok olması ya da aralarındaki sayısal oranın bozulması büyük olasılıkla tüm dengeyi alt üst edecektir; bu canlı bir bakteri de olabilir, bir hayvan da, bir bitki de. Bu aralıktaki tüm varlıkların doğrudan insanoğluna faydalı olması da beklenemez. Her mikroorganizma her canlıya aynı etkileri gösterecek diye bir şey söz konusu olamaz. Bazı türler de başka canlı türlerine fayda sağlarken insana bir imtihan olarak yansır. Buradan bizleri öldüren bir etkenin başka canlı için bulunmaz bir nimet olabileceğini anlayabiliriz.
Dünyada şu ana kadar bilinen bilinmeyen binlerce salgın meydana gelmiştir. Peki, bu salgınlar nasıl ortaya çıkıyor? Durduk yerde biri hasta oluyor da öyle mi çıkıyor; ya da rastgele bir hayvanda bir bakteri, virüs oluşmasından mı kaynaklanıyor? Bu sorulara yanıt vermeden önce evrendeki tüm eylemlerin Rabbimizin emriyle gerçekleştiğini hatırlayalım. Yani salgınların da meydana gelmesi Allah’ın takdir ettiği bir mekanizmayla mümkündür. Bu mekanizmaya göre de salgınlar durduk yerde, dış etkenlerden bağımsız bir şekilde bir canlıda meydana gelemez. Salgın sebebi mikroorganizma bir anda üreme ve bulaş olmaksızın meydana çıkmaz. Bu tür mikroorganizmaların normal hayatlarını idame ettirdikleri ve konak olarak kullandıkları ortamla genellikle uyum içinde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Yani onlar hep vardı, bir anda meydana gelmediler. Coronavirüs de belki milyonlarca yıldır başka canlılarla mutualist(iki canlının da lehine olan ilişki) bir ilişki içindeydi.
Temel bilgilerden bahsettikten sonra asıl konumuz olan salgınlar ve sonuçlarına değinebiliriz artık. Salgınlar insanları ve doğayı her ne kadar fiziksel olarak etkilese de toplumsal olarak insanların sosyal ve kültürel olarak dünya tarihinde derin izler bırakmıştır. Örneğin belki de dünyanın en büyük salgını olan, dünyanın kaderini değiştiren “Kara Ölüm” yani “Büyük Veba” salgını Avrupa’nın nüfusu üzerinde büyük bir etkisi olmuş ve Avrupa’nın sosyal temellerini değiştirmiştir. Roma Katolik Kilisesi için de büyük bir darbe olan “Kara Ölüm”; Museviler, Müslümanlar, yabancılar, dilenciler başta olmak üzere azınlıklara zulmedilmesine yol açmıştır. Günlük yaşamın belirsizliği insanların yaşayışını etkilemiş, gelecek hakkında plan yapmaktan vazgeçen insanları o günü yaşamaya itmiştir. Benzer salgın hastalıkların Avrupa’ya her yeni nesille geri döndüğü düşünülür; etkileri 1700’lü yıllara kadar devam etmiştir. Peki, toplamda 300 milyondan fazla insanın ölümüne ve daha nicesinin ruh sağlığını bozan bu minik mikroorganizmalar nasıl yayıldı? Veba bakteri kökenli bir hastalıktır ve vebaya neden olan bakteri türleri genellikle hayvanlarda, en çok da pirede bulunurlar. Mikroorganizmaların bu gibi canlılarda neden bulunduğunu zaten açıklamıştık. (onlar pirede, pireye zarar vermeden yaşayabiliyorlar). Çin ve Orta Asya’da başlayan bu salgın Moğolların Kırım’ı kuşatırken vebalı cesetleri şehir içine mancınıkla atmaları sebebiyle Avrupa’ya yayılmıştır. Peki, bu zamana kadar hiç mi başka salgın olmadı? Tabi ki oldu ama geçmiş tarihte insanlar şu an ki kadar etkileşim içinde değildi. Hastalığa sahip kişi sadece küçük çevresiyle muhatap oluyor ve hastalık küçük bir toplumda kalıyordu. Yani salgın hep vardı sadece büyük çaplı değildi. Bakteri salgınları genel anlamda böyledir, sürekli aynı mekanizmayla bulaşa ve patolojilere sahiptir; fazlası değildir. Fakat virüs kaynaklı salgınlar her türlü sürpriz sonuçlara açıktır çünkü virüsler bulaştığı hücreyi istediği gibi yontabilir. Onları öldürmeyen şey güçlendirir. Kendilerini korumak için bugünlerde toplumumuzun da sık dillendirdiği “mutasyon” kavramını kullanarak kendilerine karşı gelen saldırıları öğrenip onlara karşı savunma teknikleri geliştirebilirler ve böylece güçlenmeleri de kaçınılmaz olur.
Dünya tarihi bakteri salgınlarına tanık olduğu gibi virüs salgınlarına da tanık olmuştur. Çiçek hastalığı da bu salgınlara örnek olarak verilebilir. Çiçek hastalığına sebep olan virüsün sinekten insana bulaştığı tespit edilmiştir. Çiçek aşısı bulunana kadar çok bulaşıcı olmamakla birlikte bulaştığı insanı genelde öldüren bir hastalıktı fakat kontrolü kolaydı. Buna rağmen o zamanki nüfus göz önünde bulundurularak hiç de azımsanmayacak bir sayı olan 100 milyona yakın insanın ölümüne neden olmuştur. Aynı şekilde AIDS’e neden olan HIV virüsünün de şempanzelerden insanlara bulaştığı gözlemlenmiş ve bu virüs 1960’tan bu yana 30 milyondan fazla insanı öldürmüştür.
Salgınların çoğunluğu şu an olduğu gibi geçmişte de karantina uygulaması ile kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Peki, karantina ismi nereden gelmektedir? Kelimenin kökeni İtalyancadır. Ekonomisi ticarete dayanan Venedik Cumhuriyetinde, başkent Venedik’e salgın hastalık bulaşmasın diye kente gelen gemiler 40 gün şehir açıklarında denizde bekletilirdi. Karantina kelimesi, 40 sayısının İtalyancası olan “quaranta” kelimesinden gelmektedir. Peki, neden 40 gün? Aslında bu sorunun net bir cevabı yok fakat Tevrat ve İncil’de geçen 40 sayısına dayandığını söyleyenler var. Tarihte karantinanın birçok örneğine rastlanabilir. Mesela Yunan hekim Hipokrat ile Antik Roma’nın en önemli hekimlerinden Galen veba gibi hastalıklar için en önemli önlemin derhal uzaklaşma olduğu yönünde çalışmalar yapmıştır. Ayrıca 1300’lü yıllarda kara veba Asya’ya, Avrupa’ya ve Afrika’nın bazı kesimlerine yayılırken tıbbın verebileceği en iyi öğüt buydu. 540 yılları civarında ortaya çıkan Sasani ve Doğu Roma imparatorluğuna büyük darbe vuran Justinianen Veba Salgını meydana geldiğinde de Konstantiniapolis surlarının tüm kapıları kapanmış; şehre giriş çıkışlar yasaklanmıştı. Doğu Roma önlem alırken Akdeniz limanlarının geneline hâkim olan Sasani İmparatorluğu ise fazla bir önlem almamıştı. O zamanki Avrupa nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını yok eden bu salgının Sasani’ye bulaşması yıllar süren ekonomik buhranlara neden olmuş ve imparatorluğu dağılma noktasına getirmiştir. Yaklaşık 100 sene içerisinde de imparatorluk yıkılmıştır. 1374’te ise Milano lordu vebalı herkesin şehirden çıkarılıp kırsal bölgeye götürülmesini istemiş ve orada insanlar ölümü beklemiştir. Daha sonra ise Milano Konseyi karantina uygulaması için bir yasa çıkarmıştır. Bu yasaya göre vebadan etkilenen bir bölgeden gelen kişi kente girmek için 40 gün boyunca şehirden uzak bir yerde bekletilecek, hastalık olmadığı takdirde şehre girecektir. Bu yasa yıllar boyu Avrupa’nın çeşitli yerlerinde uygulandı. Ayrıca Venedikliler küçük bir adada tarihteki ilk izole hastaneyi kurdu. Venedik adeta bir ticaret merkeziydi ve veba salgınının yayılması oldukça kolaydı. Bu yüzden birinde veba belirtisi varsa hemen şehirden uzaklaştırılıyor ve adaya götürülüyordu. Zamanla bu ada tam bir ölüm adasına dönüşmüştü. Günümüzde yapılan kazılarda adanın her yerinde kemiklere rastlanmaktadır.
Karantina uygulaması dışında bitkisel kaynaklı şifa verdiğine inanılan maddelere de başvurulmuştur. Çeşitli bölgelerde insanların yaşam biçimlerine bağlı olarak farklı salgınlar ortaya çıkmıştır. İnsanlar da yaşadıkları coğrafyadaki endemik kürlerle şifa aramışlardır ama istenilen sonuca ulaşılamamıştır. Aynı şekilde çoğu bölge kendi inançlarına göre dualara veya efsunlu yöntemlere başvurarak salgınların maddesel değil ruhani şekilde son bulmasını beklemiştir fakat anlatmış olduğumuz bu çözüm yollarının hiçbiri modern tıp gelişene kadar insanoğlunu tatmin etmemiştir. Günümüzde modern tıbbın dünya tarihindeki en gelişmiş anlarına tanıklık ediyoruz ancak hâlâ tatmin düzeyi beklentilerin altında, tarih ilerledikçe de bu durum çok fazla değişmeyecek gibi çünkü tatminin zirvesi ölümsüzlüktür. Ölüm ise haktır.
İnsanoğlu dünyaya geldiğinden bugüne kadar sürekli salgın hastalıklarla uğraşmıştır ve son yüzyıllara kadar kesin bir tedavi ve korunma yöntemi bulamamıştır. Gözle görülmeyen bu minicik, doğayla uyum içinde yaşayan mikroorganizmalar dünyanın kaderini değiştiren en büyük paya sahip etkenlerden biridir. Savaşların sona ermesinde (örneğin milattan önce gerçekleşen Paleponez Savaşı), imparatorlukların yıkılmasında, insanların dine bakış açılarının değişmesinde, devletlerarası politikada ve uluslararası düzeyde sosyal, kültürel alışkanlıkların şekillenmesinde etkili olmuştur.
Sonuç olarak salgınları tıpkı bir kelebeğin kanat çırpmasından devasa rüzgârların meydana gelmesine benzetebiliriz. Gözümüzle göremediğimiz bu varlıklar maddi manevi oldukça büyük tahribatlara ve değişimlere neden olmuş ve insanoğlunun acziyetini bir kez daha gözlere önüne sermiştir. Şimdi de görüyoruz ki bundan sonra da dünya eskisi gibi olmayacak. İnsanlar bu tür hadiselerden ders çıkarmalı, yetkililerin tavsiye ve kurallarına harfiyen uymalıdır. Aksi halde bulunduğumuz sıkıntılı tablo içinden çıkılmaz bir hale dönecektir.
İnsanlığın acziyetinin farkına varması temennisiyle…