Kayboluş Devresi Mi?

Kayboluş Devresi Mi?

Eşyayla olan ilişkimiz hayat sınavımızın önemli bir bölümünü oluşturuyor. İnsanı mezara girinceye kadar oyalayan çoğaltma arzusu (Tekasür, 1) kendini en çok burada hissettiriyor. Nebi’nin aleyhisselam bu dünyadan ayrılırken geride bıraktıkları ile bizim sahip olduklarımızın kıyası bile zorlaşmış durumda.

Modern zamanlarda kuşatılmışlığımız daha da arttı. Teknolojinin nimetleri külfetlerini de beraberinde getiriyor. Sahip olduğumuz hayat tarzının kime göre olduğunu bile sorgulamaktan uzaklaşıyoruz. Her şey o kadar planlı işliyor ki…

Elektriğin ne kadar elzem ve işlevsel olduğu konusunda şüphemiz yok. Ama elektriğin elimizden aldığı gecelerimizin farkında mıyız? Gece oturup gündüz uyumak gibi aslında fıtrata hiç de uygun olmayan bir hal oldukça yaygınlaşıyor. Teheccüd kılan ne kadar insan kaldı? Gerçi namaz kılmamanın bile normalleştiği şu zamanda abes şeylerden mi bahsediyoruz acaba?

Televizyonun ve izlenilenlerin caizliğini sorguluyor muyuz? Nurettin Yıldız hocaya sorulan bir soruyu buraya almadan edemeyeceğim. “Selamun aleyküm. Televizyonlarda izlediğimiz dizilerde sürekli başı açık kadınlar çıkıyor. Dizinin hemen hemen her yerinde bu böyle. Hal bu iken böyle bir diziyi izlemek haram mı oluyor?” Ve hocanın o muhteşem cevabı: “Aleykümselam. Ya helal mi oluyor?” Bu arada, televizyon karşıtlığı yaparak ne kadar gerici olduğumuzu tüm dünyaya bir kez daha ispatladık, hamdolsun!

Televizyonu hayra hizmet ettiremez miyiz? Elbette ettirilebilir. Ama bunu başaran beri gelsin! Çocuk avutma, Ramazan’da vakit geçirme, kandil gecelerinde mevlit programlarıyla kendini kandırmayı güzellik olarak gören varsa o ayrı. Müslümanların paralarıyla kurulan kanalların bile bir süre sonra ayakta kalabilmek bahanesiyle ne hale geldikleri hepimizin malumu.

Biz insan ilişkilerinde ciddi hatalar yapıyoruz. İlgisiz, samimiyetsiz arkadaşlıklar kuruyor, akrabalıklar sürdürüyoruz. Hani şair diyor ya;

Plevne türküleri ağıtlara dönüşürken,
Çeçenya’da yiğitler
İnancın, emeğin ve aşk’ın
Kılcal damarlarına ulanıp sustular…
Ve ne Bağdat’tan
Ne Şam’dan
Ne Mekke’den
Ne Diyar-ı Bekir’den
Ne İstanbul’dan
Ne Buhara’dan
Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
Duymuyor”

Duymuyoruz birbirimizi azizim, telefon direği olsa ne olmasa ne! Hâlbuki telefonlarımız dahi çok akıllanmıştı. Sosyal medyada cirit atmaktan kitap okumaya sıra gelmiyorsa bir sorun var demektir.
Konuyla ilgili İsmet Özel’in “Üç Mesele Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma” kitabını tavsiye ederiz. Bu eserde de bahsedildiği üzere aslında biz tahta kaşıktan demir kaşığa geçtiğimizde kaybettik: “19. yüzyıldaki durumuyla batı medeniyeti İslam topraklarına kendi teknolojisini hâkim kılmak gibi bir niyetle girmiş değildi. Yalnızca mal satmak ve hayat tarzını satabildiği mala göre düzenlemek istiyordu. Yemek demir kaşıkla yenmeliydi. Bir kere demir kaşıkla yenilmeye başlandı mı, gerisi kolay. Daha sonra siz demir kaşık ithal etmeseniz, onu imal etseniz bile iş işten geçmiştir. Çünkü sizi demir kaşık imal etmeye zorlayan da odur.” Daha sonra kaşıkçı esnafının ve ona bağlı iktisadi hayatın çöküşüyle birçok insanın mağduriyeti…

Her şeyin bir ruhu vardır, eşyanın da. Kıyafet devrimi bunun için yapıldı. Bu nedenle şapka takmamak için şehitler verdik. Ya harfler, harflerin ruhu yok mudur? Evet, meseleyi mesajın iletilmesi veya düşmanın silahıyla silahlanmak olarak düşünürsek Latin harfleriyle de Kiril harfleriyle de çok şey yapılabilir, yapılmalıdır da. Ancak bu, İslam’ın dilini ihmal anlamına gelmemelidir.

Kimse elektriği, telefonu, televizyonu suçlama hakkına sahip değildir. Sorun içimizdedir. Tüm bu manzara neticesinde şu soruya cevap aranmalıdır. Müslümanlar, özellikle de genç Müslümanlar bir kayboluş devresi mi yaşıyor? Yoksa tüm kuşatılmışlıkları aşıp tüm prangaları kıracak bir diriliş evresi mi?

Bu sorunun birçok açıdan birçok cevabı olacaktır. Ama şu nokta asla gözden kaçmamalıdır ki cevap soruda, sorudaki ismimizde saklıdır. Müslüman. Evet, eğer bu kelimenin hakkını verebilirsek tüm sorular cevaba, tüm açmazlar izaha kavuşacaktır. Bizler Allah’a, onun dini İslam’a, nebisi Muhammed’e aleyhisselam teslimiyetimiz kadar varız. Teslim olursak kazanacağız. Ve işte o zaman tüm eşyayı da ona teslim kılma azim ve kararlılığında olacağız. İşte o zaman bize üflenen ruhtan muhataplarımıza da ulaştıracağız. İşte o zaman eşya bize değil biz eşyaya sahip olacağız. Hayatın ve toplumun nesnesi olmaktan çıkıp o zaman özne konuma geleceğiz.

Allah’ın bize emanet ettiği beden nasıl ki ona kullukla anlam buluyorsa, o kulun elindeki eşya da o zaman anlam bulacaktır. İmkânsızlıklar içinden imkân çıkaran bir maziye sahipken, şimdi bu geniş imkânlar içinde boğulan nesiller üretmemeliyiz. Aksine daha da hız kazanmış, daha da güçlenmiş insanlar ve çalışmalar var etmeliyiz.

Dünyevileşmek en kolayı. Ama biz Müslümanlar direnmeliyiz. Çünkü çağı kuracak güce ve potansiyele sahip biziz. Ezilmişlik, yenilmişlik hissiyatından çıkıp dimdik yürüyebilmeliyiz. Batıya eşyanın kölesi olmadığımızı haykırabilmeliyiz. Onların tek silahı bu, nesne. Ama biz iman gibi bir güce sahibiz. Yeryüzünün sahibinin yeryüzünde kurulsun istediği sisteme iman ediyoruz. Ve iman ediyoruz ki insanların kurtuluşu ancak bu hayat tarzının ikamesiyle mümkündür.

Son olarak bir ayet-i kerimeyi gözler önüne sermek istiyoruz. Okuyalım, tefekkür edelim, tefsir kaynaklarımızdan araştıralım:

“Andolsun biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.” Hadîd, 25.

Vesselâm.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.