KAPAK – Vefâ’nın İbrâhîmcesi

İçinde bulunmuş olduğumuz çağ, zaman dilimi, ne yazık ki kavramlarımızın sadece teorik olarak içinin boşaltıldığı bir dönem değil, aynı zamanda pratik manadaki işlevselliğinin de ciddi anlamda sekteye uğradığı, yaşanan hayat gerçeğinden soyutlandığı ve giderek edebiyat kültürünün bir malzemesi olmaya doğru hızlı bir dönüşümün yaşandığı dönemdir.
Elbette mevcut olumsuz tablodaki en büyük pay, seküler hayat anlayışına her geçen gün biraz daha yelken açan biz Müslümanlara ait. Aksi takdirde bu noktada dış etken diyebileceğimiz unsurları söz konusu etmenin bir karşılığının olmadığı sizlerce de malumdur. Yani kendi gayretsizliğimizi, sahanın hakkını veremeyişimizi ve müdâfi bir rûha sahip olamayışımızı dışarıya fatura etmenin bir gereği olmadığını ifade etmeye çalışıyorum. Zaten gayemiz bağcıyı dövmek değil de üzüm yemekse böyle bir minvalde, yani özeleştiri ekseninde yürümenin gereği de apaçık ortadadır.
Kısa bir girişten sonra başlığımızla alakalı cümleler kurmaya başlayabiliriz. Vefâ kavramına Kur’ân’dan referans getirmek adına, emir kipinde gelen birçok âyeti gündeme alabiliriz. En’âm/152, Nahl/91, İsrâ/34… Mesela bu üç âyet-i kerîmedeki ortak vurgu “Verdiğiniz söze vefâ gösterin, verdiğiniz sözü yerine getirin, Allah’ın ahdine sâdık kalın!..” ifadeleridir. Yani âyetler doğrudan, verilen sözlerin mü’minler için bağlayıcı olduğunu ortaya koyuyor. Fakat biz yazımızı emir kipiyle gelen âyetler üzerinden değil de haber şeklinde gelen ve içerisinde bizim için bir model bulunan âyet grubu üzerinden şekillendireceğiz…
Rabbimiz Necm sûresinin 33-38. âyet grubu içinde dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir vurgu yapıyor İbrâhîm aleyhisselâm için… Âyetlerin topluca manası şöyle; “(Îmandan) Yüz çevireni gördün mü? Azıcık verip sonra da büsbütün cimri kesileni, gaybın bilgisi onun tekelinde de o da bu sayede her şeyin sırrına vâkıf mı oluyor? Yoksa Mûsâ’nın ve ahdine sıkı sıkıya bağlı İbrâhîm’in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi? (Ki o haber de şudur;) Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez.” (Necm, 33-38) Bu ayetler içinde yazımızın konusu gereği bizi ilgilendiren cümle “ahdine sıkı sıkıya bağlı İbrâhîm” ifadesidir.
Burada dikkatlerimizi iki noktaya teksif etmek istiyorum. Birincisi; İbrâhîm aleyhisselâm’ın âyette açık bir şekilde ahde vefâ’ya bağlı olduğunun vurgulanması, ikincisi ise tespit edebildiğimiz kadarıyla Kur’ân’ın nüzul süreci içerisinde İbrâhîm aleyhisselâm’ın ikinci defa anıldığı -ki ilki A’lâ suresinin son âyetidir- ve bir vasıfla nitelendirildiği ilk âyetin Necm sûresinin bu âyeti oluşudur. Dolayısıyla ortaya çıkan tablo şu; İbrâhîm aleyhisselâm’ın insanlığın imamı (Bakara, 124), Allah’a tam itaatkâr, O’nu birleyen başlı başına bir ümmet oluşu (Nahl, 120), Allah’ın dostum dediği adam oluşu (Nisâ, 125), ihlâslı, âhiret yurdunu sürekli hatırda tutan ve seçilmiş en hayırlılardan oluşu (Sâd, 46-47), dosdoğru, sıddık bir nebi oluşu (Meryem, 41) ve kendisine iman eden kadroyla beraber batılın karşısındaki izzetli duruşlarından dolayı üsve-i hasene olarak kitabımızda gündemimize taşınmasından (Mümtehine, 6) önce ilk olarak anıldığı vasfı ahdine bağlı, vefâ sahibi oluşudur.
Yani Allah azze ve celle kitabında İbrâhîm aleyhisselâmı birçok özelliğiyle gündemleştirmiştir fakat Kur’ân’ın nüzul sürecinde ilk defa zikrettiği vasfı ahdine sıkı sıkıya vefâlı olma özelliğidir. Buradan şöyle bir sonuca gidersek umarım yanılmış olmayız; evet İbrâhîm aleyhisselâm tevhidin ete kemiğe bürünmüş ismidir, evet o kavî duruşuyla tek başına yürekli bir ümmettir ve aynı zamanda Allah’ın dostluğuna layık görülmüş bir isimdir, insanlığın imamlığına Allah’ın onayıyla seçilmiş bir peygamberdir… Fakat O’nu bu zirve noktalara taşıyan çekirdek vasfı ahde vefasıdır. Vefâ makamının hakkını verdiği için insanlığın imamı makamına, dostluk makamına, tek başına ümmetlik makamına yürüyebilmiştir. Yani İbrâhîm aleyhisselâm, vefâ barajında dökülmediği için zirveye giden yollar ona açılmıştır, Allah’ın yardımını hak etmiştir, üzerinde yürüyeceği zemin muhkemleştirilmiştir…
Peki İbrâhîm aleyhisselâm’ın çekirdek vasfı olan ve aslında insani ilişkilerde de bir nevi baraj işlevi gören, turnusol özelliğine sahip olan, ahlaken de yeri tartışılmaz olan vefâ ne anlama gelir? Kısaca vefâ; yapılan iyiliğe karşı kayıtsız kalmamak, sevgiye sadakat göstermek, sözün namusunu yere düşürmemek anlamlarına gelir. Fakat vefâ kavramını İbrâhîm aleyhisselâm üzerinden tanımlayacak olursak yelpazeyi daha da genişletmemizin gereği tartışılmazdır. Zira o, ortaya koymuş olduğu duruşla vefâ tanımına üç beş gömlek daha giydirmiştir. O’nun risâlet davasındaki gayretkeşliği, çektiği yürek sancısı, toplumunu dönüştürmedeki bitevî mesai anlayışı, vefâ tanımının sınırlarını aştığının en bariz göstergelerindendir. Çünkü bir yerde yapılan iyiliğe karşılık olmaksızın bir borçlu hissediş varsa orada vefâ kavramı farklı bir boyut kazanmış demektir.
İbrâhîm aleyhisselâm’ın vefâ kalitesinin üst düzey oluşu hakkında şu ipucunun bizi tatmin edeceği kanaatindeyim. İbrâhîm aleyhisselâm’ın hayatı boyunca arasını en iyi tutmaya çalıştığı tek merci Allah’tı, Allah’ın hatırı için toplumunu karşısına almakta bir an bile tereddüt etmedi, gelen emir Allah’tan olduğu için oğlunu bıçak altına yatırırken acaba demedi, vefâ duyulması gereken en üst merci olan Âlemlerin Rabbi ile arası dostluk kıvamında olduğu için vefâ duyulmayı da fazlasıyla hak etti ve kıyâmete kadar Arş’ta yankılanacak olan kitabımız Kur’ân’a, Allah Resulü aleyhisselâm ile üsve-i hasene yani en güzel model olarak kaydedildi…
İbrâhîm aleyhisselâmın çekirdek vasfı olan vefânın üzerimizdeki yansımaları ne durumda, yoksa bireyselleşmenin büyüyen bir kültür haline geldiği zamanımızda, üzerimizde hakları olanları unuttuk mu, en büyük hak sahibi olan Rabbimizle yaptığımız kulluk ahdimizde vefâ üzere miyiz, Allah’ın bize bahşettiği hidâyeti insanlara taşımaya gayret etmenin de Allah’ın dinine duyduğumuz vefâ ile doğru orantılı olduğunun farkında mıyız? İbrâhîm aleyhisselâmın çekirdek vasfının hakkını verebildiğimiz kadar, kullukta zirveye doğru giden bir yol üzerinde olmamız mümkündür vesselâm…