KAPAK – Tebliğ

اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿١٢٥﴾
125: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Bir mücâdeleye girmen gerektiğinde, söz ve davranışında dâimâ daha güzel olanı tercih et. Şüphe yok ki Rabbin, kendi yolundan sapanları çok iyi bilir. Doğru yolu bulanları da en iyi bilen O’dur.”
Tebliğin sözlükte anlamı; “bir şeyi veya bir haberi ulaştırmak” anlamına gelmektedir. Ancak kelâm ilminde; “Peygamberlerin yükümlü olduğu tebliğ görevi, onların vahiy yoluyla aldıkları bilgiyi insanlara ulaştırması” demektir.
Tebliğ, Asr Suresinde Kurtuluş Reçetesi olarak sunulan dört vazgeçilmez unsurdan üçüncüsüdür. Yani, hakkı tavsiye etmektir. Kurtuluş reçetemizin birincisi olan imandan sonra, mutlaka amel gerektiği -ibadetler- vurgulanmış, arkasından da onunla yetinilmeyip başkalarının kurtuluşu için de çalışmak olan “Hakkı Tavsiye” emredilmiştir. Hakkı tavsiye etmeden kurtuluşun mümkün olmadığı anlatılmıştır. Bir mümin sadece kendi nefsinin kurtuluşu için değil, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışmalıdır. İnsanların cehennemden, ebedi azaptan kurtulması için canıyla ve malıyla gayret etmelidir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür: İçerisinde bir insanın uyuduğu bir ev düşünelim, bu ev bir kenarından yanmaya başlamış, biz de o evin içerisinde uyuyan birisinin olduğunu biliyoruz. İçeride uyuyan kimse biraz sonra yanacağından habersiz, gayet rahat bir şekilde uyumaktadır. Fakat biz, uyanıp da kaçmazsa biraz sonra o kişinin orada yanacağını biliyoruz. Biz bu kişiyi kendi haline bırakabilir miyiz? Bırakırsak katil olmaz mıyız? Peki, İslam’ı bilmeyen insanlar eğer İslam’ı yaşamadan, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat sürmeden öbür dünyaya göçelerse halleri nice olmaz mı?
O insanlar tıpkı yanmaya başlayan evde uyuyan insanın biraz sonra yanacağını bilmediği gibi ahirette cehennem azabına duçar olacaklarından habersiz değiller mi? Bu insanları uyandırmak, uyandırmaya çalışmak her Müslümanın vazifesi değil mi? Dünyadayken bilerek ölüme terk etmek katil ediyorsa cehennem ateşinde her an, her dakika, her gün ölüm acısını tadıp ölmemeye terk etmek daha büyük bir katillik, daha büyük bir insafsızlık olmaz mı? İşte bundan dolayıdır ki, insanların kurtuluşu için çalışmak yani tebliğ, bizim Kurtuluş Reçetemiz’in vazgeçilmez bir ilacı, bir maddesidir.
Etrafımızdaki insanlar günahlarıyla yaşayıp mahşere o günahlarla giderken, bizim onlara hiç müdahalede bulunmadan yaşayıp, cennete girmemiz çok zordur. Zira orada o insanlar bizden şikayetçi olacak, her birisi gelip yakamıza yapışacak, bizleri Allah’a şikayet edecek; “Rabbim, ben bu günahı işlerken bu kulunun haberi vardı, beni hiç uyarmadı, eğer uyarsaydı belki ben bu günahlarla senin huzuruna gelmeyecektim.” gibi cümleler kuracaktır. Çocuklarımız, eşlerimiz ve bütün sevdiklerimiz ile birlikte cennete gitmek daha güzel olmaz mı? Öyleyse mahşer gününde “kardeşlerimizden, babalarımızdan, annelerimizden, çocuklarımızdan kaçmamak için bütün gücümüzle İslam’ı yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmeliyiz.
Tebliğde, usûl de çok önemlidir. Peygamberimiz, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğ metodunu çok iyi anlamalı ve mümkün mertebe bu metoda uygun hareket etmeliyiz. Tebliğde sabırlı olmalı, yumuşak üslup kullanmalı, her muhataba uygun bir lisan, bir metot bulmaya gayret etmeliyiz.
Eğer muhatabımızın frekansını yakalarsak onunla diyalog daha kolay olur. Şu örnekte olduğu gibi; “Nasıl ki bir iğne, eğer damar bulunmadan enjekte edilirse, vücutta hasara yol açar, ancak kalbe giden damar bulunur da iğne tatbik edilirse, o zaman şifâya vesile olur. Aynı şekilde ruhların ve gönüllerin de uygun damarları bulunarak hakikatler oradan aktarılırsa, o zaman mânevî devâya ve hidâyetlere vesile olunur.”
Örnek Bir Tebliğ Üslubu
Meselâ; Hazret-i Câfer, Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda İslâm’ı tebliğ etme imkânı bulmuştu. Kur’ân’dan bir bölüm okuması istendiğinde, Hıristiyan olan muhataplarının gönül âlemine gidecek bir damar aradı ve Meryem Suresinde, Hz. İsa’nın doğumuyla alâkalı âyetleri okudu. Necâşî çok mütehassis oldu, rivâyete göre orada veya daha sonra Müslüman oldu.
Câfer -radıyallâhu anh-; orada, kâfirlere hitâb eden, inzâr muhtevâlı âyetler okuyabilirdi. Fakat o zaman bu tesir meydana gelir miydi?
Demek ki, tebliğ ehlinin basîret sahibi olması gerekir.” (Osman Nuri Topbaş, Yüzakı)
Rabbim cümlemizi Hakkı hak bilip ona tabi olanlardan ve insanlığı gece gündüz, hikmetle hakka çağıranlardan, canlarıyla, mallarıyla, evlatlarıyla, anne babalarıyla, kardeşleriyle kendi yolunda mücadele edenlerden ve şu Ayet-i Kerime’nin muhatabı olan kullarından eylesin… Measselam
رَبَّنَا وَاَدْخِلْهُمْ جَنَّاتِ عَدْنٍۨ الَّت۪ي وَعَدْتَهُمْ وَمَنْ صَلَحَ مِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَاَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُۚ
“Rabbimiz! Müminleri ve babalarından, eşlerinden, soylarından iyi olanları, kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy; şüphesiz güçlü olan, Hakim olan ancak sensin” (Mü’min Suresi 8. ayet)