KAPAK- Tarihle Aramız Nasıl?

Tarih, yazının icadından günümüze kadar insanlığın geçirdiği akla gelebilecek her türlü olay, hareket ve gelişmeyi belirli metotlarla (tarih metodolojisi) inceleyen sosyal bilime verilen addır.
Tanımı biraz genişletirsek; ülkeleri, milletleri, toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki sebebi, bağları, bunların daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, kurulan uygarlıkları, kültürleri toplumun kendi iç sorunlarını vb. inceleyen bilim.
Tarihin hem felsefesi hem yorumu, hem nazariyesi (teori) hem faraziyesi vardır. Daha kolay incelenebilmesi için insanlık tarihi Batı tarafından üç devreye ayrılmış ve bu devrelere de çağ denilmiştir.
Tarihi bilmek gerekir mi? Evet. Çünkü insanoğlu yaratıldığından beri geçmişini merak etmiştir. Geçmişin kendisiyle ilgili olumlu yönlerini karşı taraftakilerin de olumsuz kısımlarını anlatmak için can atmıştır. Hz. Adem aleyhisselam’ın, oğullarının, şeytanın hikayesi birer tarih değil mi? Kur’an’ımız bunları rabbimizin izni çerçevesinde anlatırken bizlere de geçmişi bilmenin gereğini hatırlatmış oluyor. Tekasür suresindeki mezardakilerle yarışın hatırlatılması da “geçmiş zamana ilgi” değil mi?
1-2. Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.
3.Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz!
4. Hayır, kesin olarak bir bilseniz…
5. And olsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz.
6. Yine and olsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz.
7. Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.
İlerde bileceksiniz ifadesi ile geçmiş ve gelecek bağlantısı kuruluyor. Geçmişin hatırlatılması ve unutulmaması Kitabımızın genel bir özelliğidir. Yine Kur’an’ın bir yönüyle bir tarih, özellikle peygamberler tarihi olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Buradan hareketle geçmişi bilmenin gereği Müslümanlar açısından bir gerekliliktir.
Tarihi bilmek gerekir. Ama bu t konuda kalem kullananlar der ki tarihi bilmek iki şekilde olur. Birincisi; hikayesi ki bunu anlatmak da dinlemek de insanların çok hoşuna gider. İkincisi ise olayların sebep-sonuç ilişkisine bakmak ve yorumlamaktır. Bu ise zorluğu ile beraber emek gerektiren bir husustur. Hikaye dinlemek kolay ve hoş ama tarihî olaylardan dersler çıkarmak zordur.
Onun için Churchill’e izafe edilen “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüne karşı şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un;
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..” mısralarıyla meseleyi daha öz ve beliğ söylediğini görüyoruz.
Bu söz daha çok geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkarılmak için kullanılmaktadır.
Ancak hafızamız ne yazık ki çok güçlü değil ve yazılı hafızamız pek yok… Bu nedenle her yaşanılanı sanki ilk defaymış gibi izliyoruz. Çok çabuk unutuyoruz. Artık bu kötü alışkanlığımızı terk etmeyi deneyelim ve almamız gereken dersleri hatırlamaya çalışalım. Mehmed Akif ‘in mısralarının hep aklımızda tutmamız gerekiyor.
Tarih bilinci, insanın tarihsel bir varlık olduğunu bilmesiyle, varlığını belirleyen tarihselliğin bilgisine ulaşmış olmasıyla belirgindir. Tarih bilinci, milletin ve ümmetin tarihi noktasından değerlendirilmelidir. Tarih bilinmeli ve tarihi yazan tarihçilerimiz olmalıdır. Nesnellik ve öznellik, tarihî bakışta çok önemlidir. Yöneticiler öznel bakış isterler, onu severler. Bu sebeple resmi tarih daha çok özneldir.
Büyük İskender’e neden “Büyük İskender” derlermiş? Kısa zamanda çok fazla yer ele geçirmiş, işgal etmiş de diyebiliriz. Ondan büyükmüş. Afganistan’da bir direnişle karşılaşır. Bu direnişin emiri Eşber’dir. Eşber’e sorar. “Gücünü ve gücümü biliyorsun. Mağlup olacağını bile bile niye bu kadar direndin? Cevap verir: “Ben yapmam gerekeni yaptım; ülkemi, milletimi savundum. Bu yolda mağlup olan galiptir.” İskender yanındaki tarihçiye der ki “yaz bakalım müverrih-i şer (şerrin tarihçisi)”. O da der ki; “Bu hakaret niçin? Tarihi yazan bensem yapan sizsiniz.” (Abdülhak Hamit Tarhan’ın Eşber isimli eserinden)
Tarih bir yönüyle budur. Bütün kral ve padişahların, hatta ünlü komutanların yanında bir tarihçi var. Bunlara Osmanlı’da “vakanüvis” (vaka yazan) deniliyor. Tabi bunların objektif olmaları çok zor. Ama bunun dışında tarihi bir ilim olarak değerlendirerek yazanlar var. Onlar nispeten nesnel olmaya çalışıyorlar. Nesnellik tarih ilminde önemli bir ölçü, hatta şart. Ama tam mümkün mü derseniz, mümkün değil.
Tarihçinin nesnelliği meselesi çok tartışılan konulardan biridir. Onun kullandığı dil, kendi dönemine ait yaşayan bir olgudur. Tarihçinin zihni, yaşadığı toplumun kültürel ortamında ve sahip olduğu çevrede şekillenir. Dili, aynı zamanda düşüncesini ifade ettiği bir araç olarak onun düşüncesini şekillendiren bir unsurdur. Dolayısıyla tarihçinin kullandığı kelimeler dahi olguların anlaşılması üzerinde etkili olur. Belki olgularla ilgili bazı tespitler -belirli ölçüde- nesnel bir şekilde ortaya konabilir. Örneğin İstanbul 29 Mayıs 1453’te Sultan II. Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilmiştir. Bu, herkesçe kabul edilebilecek, tarihî bir olgu hakkında nesnel tespittir.
Halbuki bize göre İstanbul’u Sultan Fatih fethetmiştir. Batılılara göre Sultan II. Mehmed İstanbul’u işgal etmiştir. Bu sebeple Türk tarihçiler, II. Mehmed’i Fatih olarak anarlar. Ama Batılı tarihçiler Fatih için aşağılayıcı ifadeler kullanırlar. “Ele geçirme, işgal, fetih”. Tarihçinin kullandığı kelimeler bile öznellik ya da nesnelliğini gösterir. Tartışmasız bir tarihî olgunun ifadesinde bile seçilen kelimeler nesnelliğin sınırlarını zorlamaktadır.
Öte yandan İstanbul’un el değiştirmesinin ayrıntıları ele alındığında çeşitli sebeplerle olguların tespitinde bile farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Olguları yorumlamaya gelince tarihçinin, yaşadığı toplumdan, bağlı olduğu kültürel çevreden, aldığı eğitimden, bizzat yaşadığı tarihî olaylardan ve şartlardan etkilenmeyecek şekilde bir nesnelliğinden söz etmek mümkün değildir.
Kişinin kendi tarihiyle ilgili bilgilere sahip olması tarihî bilincin başıdır. Biraz önce belirttiğim gibi, Müslümanın “millet ve ümmet tarihini” bilmesi de tarih bilincinin oluşmasını sağlar. Yani bir geçmişimizin olduğunu bilmemizdir.
Tarih öğrenimi, bireysel, toplumsal ve evrensel ölçülerde fayda sağlar. Tarih öğreniminin önemi de burada ön plana çıkar. Tarih öğrenimiyle, milli ve dini değerleri öğrenerek-öğreterek tarihi bilinç kazanmış oluruz.
Tarihi okuyarak ya da dinleyerek öğrenirsek neler elde ederiz? Geçmişi ve bugünü anlayabiliriz. Ufkumuz genişler. Zaman kavramını ve bizim o zamanın içindeki durumumuzu anlayabiliriz. Bir insan, bir Müslüman olarak geçmişe neler borçlu olduğumuzu, şu anda ve gelecekte neler yapmamız gerektiğini, vazifelerimizi anlarız. Her alanda ecdadın eserleriyle günümüzü aydınlattıklarını, canlarını feda ederek bıraktıkları değerleri görerek minnet ederiz.
Geçmişe bakarak gelecekte neler olacağını tahminle tedbirler alabiliriz. Olayların sebep ve sonuçlarına odaklanarak neleri yapmamız, neleri de yapmamamız gerektiğini öğreniriz. Geçmişin değer ve anlayışı ile günümüzün değer ve anlayışlarını karşılaştırma imkanı çıkar. Cumhuriyet sonrası dine karşı yapılan yıkıcı faaliyetlere bazı alimlerin niçin ses çıkarmadığını anlamak için o dönemin şartlarına bakmak gerekir. Yani onları mücadele etmemişler, direnmemişler diyerek pasiflik ve korkaklıkla ağır şekilde itham etmeden o dönemin anlayışını, şartlarını fark etmeliyiz. O dönemi yaşayanlardan biri diyor ki; “eğer her sabah şehir meydanında bir veya daha fazla sarıklının darağacında sallandığını görseniz siz ne yapardınız?” Sahi, ne yapardık?
Yanlış iş yapan yönetici veya fertlerin bu yanlışlıkları neden yaptıklarını ve ne kadar olumsuz bir geleceğe neden oldukları fark edilir. Okuyan, yazan kişide olduğu gibi tarihle ilgilenen kişiler de bireysel kazanımlar elde eder. Değişik olaylar arasında ilişki kurup, yaşadığı olaylar karşısında nasıl davranması gerektiğini mantık yürüterek karar verme özelliği kazanır.
Tarihle meşgul olanların, ferdi olduğu topluma, millete, ümmete karşı sorumluluk bilinci artar. Aidiyet duygusu oluşur.
Bireyi olduğumuz toplum, çalışanı olduğumuz kurum, üyesi olduğumuz kuruluş, faaliyetlerine katıldığımız veya takip ettiğimiz STK (vakıf, dernek, camia…) hakkında hem mevcut haliyle hem de tarihiyle aidiyet sağlamalıdır. Yani parçası olduğumuz topluluğun geçmişini bilirsek aidiyetimiz oluşabilir. Mensubu olduğumuz millet ve ümmetin geçmişi aynı zamanda bizim geçmişimizdir. Hata ve sevabıyla o topluluk bizimdir ve biz de oyuz.
Cumhuriyet döneminde mensubu olduğumuz millet ve ümmetin tarihi öğretilmedi veya yanlış öğretildi. Onun için Rahmetli Mustafa Müftüoğlu eserlerine “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” dedi. Zannediyorum “yalan söyleyen tarih” ifadesi ona aittir.
Yeni devleti ve en önemlisi İslam dışı rejimi kabul ettirebilmek için geçmiş alabildiğince kötülendi. İlkokulda resimleri karalanan padişahlar, elinde sırık gibi sopayla ders işleyen medrese hocaları, aşağılanan ve öğrenilmesi çok zor diye takdim edilen eğik bükük gösterilen Osmanlı alfabesi, giyim ve kuşamlarıyla aşağılanan, “çağdışı” diye nitelendirilen dede ve ebelerimiz ve kıyafetleri, yasaklanan elifba, Kur’an, değiştirilen ezan ve yerleşim yeri isimleri vs… Bütün bunları yaşayan bir nesiliz ve o neslin çocuklarıyız. Bizlere böyle bir tarih okutuldu, anlatıldı. O nesil şu anda Türkiye’yi idare ediyor. Ama bu yalan tarihe inanan bir nesil de şu anda bu milletin bireyleri.
Şimdi bizim çocuklarımız hangisine inansınlar. Şeyh Said nasıl birisi, niye İsyan etmiş? Dersim katliamı nedir, Dersim niçin Tunceli (Tunç eli) olmuş? İskilipli Atıf Hoca niye asılmış? Onlarca alim niçin idam edilmiş? Mehmed Akif çok istediği halde niçin ülkesinde yaşayamamış da ölümüne yakın vatanına dönme izni çıkmış? Cumhuriyet sonrası için o kadar çok tarihi soru sorabiliriz ki… Sayfalara sığmaz.
İşte bizde oluşan tarih “resmi ve gayri resmi” diye iki başlıkta ele alınıyor. II. Abdülhamid, Kızıl Sultan mı yoksa Ulu Hakan mı, Vahdettin hain mi yoksa vatan dostu mu? Resmi tarih ilkini, gayri resmi tarih ikincisini söylüyor. Yeni nesil ne yapsın? Farklı kaynaklardan tarih okusun, okuduğunu sorgulasın ve gerçek tarihi öğrensin.
Şimdi tarih okumak ve öğrenmek gerekli ama farklı kaynaklardan ya da doğru kişilerden okuyup öğrenmek şart. Yukarıdaki sorular bize ve okuyucumuza bunu söylüyor.
Tarih okumak ve öğrenmek aynı zamanda tarihî şahsiyetlerin çalışmalarını, başarılarını öğrenmek, örnek almak açısından da değer ifade eder. Yanlışlık, haksızlık, zulüm gibi olguları fark ederek bunları yaşayan veya yaşatanları tanıyıp taraf olmaktır. Yukarıda ismi geçen İskender’in, Hülagü’nün, Romalılar ve bunun gibi devletlerin savaşçıları kimlerdir? “Bunlar niçin savaştılar ve niçin öldüler?” sorusunun cevabı çok önemlidir. Çanakkale’ye getirilip Osmanlı’ya karşı savaştırılan askerler cevabımıza yardımcı olabilir. Bunun için tarihi olay, kişi ve olguları sorgulayıcı tavırlarda olmalıyız.
Bizde ve Doğu milletlerinde var olan bir yanlışı söylemeliyiz; “övgü ve yergi.” Överken ayağını yerden kesiyoruz; yererken de yerin dibine batırıyoruz. Yani övgü ve yergi de aşırının aşırısıyız. Her alanda bize yol gösteren Allah Rasûlü bizi bu konuda da uyarıyor.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde; “Sevdiğin kişiyi dengeli sev. Çünkü bugün sevdiğin bir kimse yarın nefret edeceğin biri olabilir. Nefret ettiğin kişiye de nefretin dengeli olsun, zira bugün nefret ettiğin bir kimse, yarın seveceğin biri olabilir.” Biz, tarihi olay ve kişileri değerlendirirken bu hadisi ölçü olarak kullanmalıyız. Çünkü tarih, sadece ne övgü ne de sövgüdür. Bir tespit, bir değerlendirmedir.
Ancak bir Müslüman tarihe bakarken taraftır. Eğer tarihi yapanlar kadar yazanlar da insansa biz de olayları İslami açıdan değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Tarih yazarken, okurken, öğrenirken İslami ölçüleri esas almalıyız. Yalana-dolana, iftiraya, gıybete itibar etmeden hakikatleri yazmalıyız, öğrenmeliyiz. Çünkü Müslüman taraftır.
Tarih olmak ile tarihte değer olmak farklı şeylerdir. Tarih olmadan tarihi bilmeliyiz. Kendi değerimizi de bilmeliyiz.