KAPAK- Sahi Neydi İtidal!

İnsanlığın hayatı anlamlı hâle getirmek için çırpınıp durduğu, kendini bulmak için çile doldurduğu vakitleri yaşıyoruz. Hepimiz tutunacak bir dal, uğruna yaşanılacak bir dava, şairin meşhur ifadesiyle “sakası olduğumuz suyu” arıyoruz. Zifiri karanlıklardan ümidin aydınlığına yol almaya çalışıyoruz. İçimizde bazı şeylerin hakkını layıkıyla yerine getirememenin utancı ve burukluğu var. Kendimize olan uzaklığımızı yok etmek istiyoruz. Ama zihinlerimiz, kalplerimiz ve bedenlerimiz prangalara vurulu. Bir krizler muammasıyız. Hayatın sarkacında birçok alanda ifrat ve tefrit arasında savrulup duruyoruz. Ölçülü ve dengeli olmak gibi dertlerimizi çoktan unuttuk. Ruhlarımızın, idrâklerimizin tüm bunlara daha ne kadar tahammül edeceği meçhul.
Elhasıl hızla akıp giden zamanın dışına çıkıp durulma ihtiyacını benliklerimizin en derinlerinde hissediyoruz. Kendimizi dinlemek ve hesaba çekmek artık zaruret haline geldi. Ezcümle tüm bu olamayış, çırpınış ve arayışlarımız hayatî önemi haiz ilkeleri yerli yerine oturtamayışımızın hazin sonuçları. Belki de bir şeyleri yerli yerline oturtma ihtiyacını derin ve şiddetli bir surette hissetmemiz sebebiyle bazı hususları doğru olduğu zannıyla tarafgirâne ve aşırı şekilde savunma tehlikesine düşüyoruz.
Tıpkı tutunacak başka bir dalı kalmamışlar gibi. Oysa hakikat ağacının dalları önümüzde duruyor. O dallardan birine sapasağlam tutunabilmek için terk etmemiz ve kesp etmemiz gereken birkaç husus var. Bu hususları temel ilke olarak özetlersek zamanı genel geçer ihtiyaç, doğru ve dayatmalarının iğvasına kapılmadan hakikatin kıymetli ve yalın ışığına erişebilmek için katî bir karar, âlî himmet ve bitmek tükenmek bilmeyen bir cehd ü gayret olmak üzere basitçe izah edebiliriz.
Peki şimdiye kadar bahsettiğimiz tüm bu olumsuz durumlardan, bir şeyleri yerli yerine koyamayışımızdan ve her şeyi belirsiz kılan ölçüsüzlükten nasıl kurtulacağız? Daha doğrusu tavır ve tutumlarımızın ölçülü vasfını taşıyıp taşımadığını nasıl tayin edeceğiz? Meselenin can alıcı noktası tam da burası.
Bu hercümerç halinden bizi çekip çıkaracak hususlardan biri de ilkeselliktir. Hayatın siyasi, sosyal, dini, ekonomik vb. veçhelerinde savunduğumuz ve karşı durduğumuz hususların zamanın iğvasından, dış telkinlerden, şahsi menfaatlerden vâreste olması gerekmektedir. Birkaç örnekle konuyu daha anlaşılır kılmakta fayda var.
Birinci örneğimiz tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi bugün de cereyan eden siyasi bir olguyu/karakteri/zümreyi bazen şahsi menfaatler bazen itidali aşan tarafgirlik uğruna her halükârda desteklemek ve temize çıkarmaya çabalamak. Bir diğer tabirle siyasi fanatizm. Oysa bu hususta hepimizin zihnine hücum eden ilkesel bir örneğimiz var. Halife Hz. Ömer hutbe irâd ederken şayet bir yanlış yaparsam nasıl bir tutum izlersiniz diye sahabeye sorduğunda aldığı cevap neydi? “Eğer bir yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla doğrulturuz.” değil miydi? Bu cevap siyasi anlamda haddi aştığımız tüm tutumlar için ilkesel olmayı hatırlatıcı bir yol işareti değil mi? Örneğimizdeki “kılıçla doğrultma” hususunu fiilî bir müdahale olarak anlayıp bu müdahaleyi dil ve kalp ile de sürdürmek gerektiğini de hatırda tutmamız lazım.
Bir diğer eksikliğimiz de sosyal alandaki fanatikliğimiz. Bilhassa kitle iletişim araçları ve sosyal medya platformlarının bir ihtiyaç gibi kabul gördüğü bu zaman ve zeminde ilkesel davranabilmek nasıl mümkün olacak? Bize ulaşan bir haberin sahih olup olmadığını sorgulamak aklımıza geliyor mu? Ayet-i kerimede zikredildiği gibi “ağızların mühürlendiği o gün ellerimiz ve ayaklarımızın yaptıklarımıza şahitlik edeceğini” bir ilke olarak kabul etmemiz gerekmez mi? Ya da “duyduğumuz her şeyi başkalarına aktarmaya çalışmanın” o büyük riskini akılda tutmak gerektiğini. Böyle düşününce tanımadığımız, bilmediğimiz kişiler hakkında doğruluğundan emin olmadığımız hususları yaydığımızda hesap gününde klavyelere dokunan parmak uçlarımızın da aleyhimize şahitlik edebileceği tehlikesinin bizde bir davranış ilkesi olması gerekmez mi?
Nice örnekle çeşitlendirebileceğimiz mezkûr ölçüsüzlüğümüz ve hal-i pürmelalimiz zihinlerimizde, fiillerimizde, hayata ve insana yüklediğimiz anlamda da tezahür edebiliyor. Aslında yerli yerine koyamadığımız her bir husus, layıkıyla tefekkür süzgecinden geçirilmemiş her bir fikir, haklı iken gösterilmemiş her tepki, sergilenmesi veya sergilenmemesi gereken her tutum, davranış ve söylem bir adaletsizlik ve itidalsizlik halinin acı yansımasıdır.