KAPAK- Meleklerin Kanatları Üstünde

KAPAK- Meleklerin Kanatları Üstünde

Hamd; âlemlerin Rabbi olan, insana bilmediğini öğreten[1] ve öğrenmelerini emreden[2], insanlara Kitâb’ı, Hikmet’i ve bilmediklerini öğretmeleri için Peygamberler gönderen[3], ilim taliplerinden razı olup onlar için meleklerini seferber eden[4], kullarından bazılarına kendi ilminden pay veren[5], kendisinden hakkıyla haşyet duyacak kulların ancak âlimler olduğunu söyleyen[6], el-ʿAlîm isminin hakīkī sahibi olan Allah Teâlâ’yadır.

Salât ü selâm; ancak bir muallim olarak gönderildim[7] diyen, âlimin âbide olan üstünlüğünü kendisinin diğer kullara karşı üstünlüğüne benzeten[8], “Peygamberler ne dinar ne de dirhem, yalnızca ilmi miras bırakmışlardır, şu hâlde kim o ilmi alırsa bol bereketli bir pay almış olur”[9] buyuran, el-ʿAlîm sıfat-ı şerîfe-yi ilâhiyesine mazhar olan Peygamberimiz Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Onun âl ü ashâbı (radıyallâhu ‘anhum ecma‘în) üzerinedir.

Allah Teâlâ Hazretleri; dünyayı ahiretin tarlası kılmış, kullarını dünyaya ve dünya hayata göndermiş; kulların gerek dünya hayatın bizzat kendine yönelik gerek ahirete yönelik hususlarda yanılmamaları için de kullara, “onları tezkiye eden, onlara bilmediklerini öğreten”[10] peygamberler göndermiştir.

Peygamberlerin tezkiye edici/müzekkî olma vasıfları bir bahs-i diğer olmak üzere yazımızın konusu değildir. Öğretici/muallim olma vasıfları ise yazımızla doğrudan ilintilidir.

Cenâb-ı Hak (celle celâluh) gönderdiği peygamberleri insanlar için birer numûne-yi imtisal kılmıştır:

“And olsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çokça zikreden kimseler için Rasûlullah’ta bir güzel nûmune-i imtisal vardır.”[11]

Allah Teâlâ Hazretleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sıfatlarını kendi üzerinde tecellî ettirerek, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıfât-ı şerîfelerine mazhar eyleyerek kulları için bir namzet kılmıştır. Peygamberler bu tecellîler sebebiyle en kâmil insanlardır. Kullar da ancak onlara benzedikleri ölçüde kemâle yaklaşabilirler. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” deyişi de bir nevi bu manaya gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı risâlet-penâhîlerinde (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecellî ettirdiği sıfât-ı şerîfelerinden bir sıfat da ilimdir. O el-ʿAlîm’dir. O’nun el-ʿAlîm olması bize aynı zamanda O’ndan gayrının hakīkī manada “ʿâlim” olamayacağını da haber vermektedir. Kullar, ancak mecâzî manada “ʿâlim” olabilirler. Onların -mecâzen de olsa- ʿâlim olmaları, Cenâb-ı Hakk’ın onlarda ilim sıfatını tecellî ettirmesiyle mümkündür.

İlim, Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı olması ve Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları bu sıfatı tahsil etmeye teşvik etmesi sebebiyle büyük bir kıymeti haiz olduğu gibi Resûl-i Zîşân Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat bu sıfatı haiz olması ve ancak bu sıfatı haiz olan kimselerin kendisine mirasçı olabilecekleri bilgisiyle[12] daha da kıymetlenir.

İlmin sahip olduğu bu kıymet, kulları; Cenâb-ı Hakk’ın diğer sıfatlarının tecellîsine mazhar olmaya çabaladıkları gibi, kendilerinde ilim sıfatının da tecellî etmesi için saʿy u gayrette bulunmaya teşvik etmektedir:

“…Gerçekten de melekler, yapmakta oldukları ilim talebinden/yolculuğundan razı olmaları sebebiyle kanatlarını ilim tâlibi için sererler.”[13]

Bu noktada, ilim ile muttasıf olmayı gaye edinen kimselerin akıllarının bir köşesinde bulunması gereken bir dizi nasihat zikredilebilir:

  • İlim yolculuğuna çıkan kimse, evvela hangi ilmi talep ettiği hususunda kesin bir kanaate sahip olmalıdır.

Bu noktada ilimleri, [i] şerʿî olan ve [ii] şerʿî olmayan şeklinde iki kısma ayırabiliriz. Her ne kadar ilmin bütünüyle sahibi Allah Teâlâ Hazretleri ise de bu sıfat, tecellîleri itibarıyla farklılaşmaktadır. Doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın ‘kelâm’ını[14], muradullâhı, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in risâletini anlamayı konu edinen ilimleri şerʿî; bunları doğrudan konu edinmeyenleri ise şerʿî olmayan şeklinde isimlendirmek mümkündür.[15]

Kişi ikinci kısma dahil olan ilimler ile meşgulse birinci kısımdan kendisine yetecek ölçüde[16] ilim tahsil edip himmetini, tahsiliyle doğrudan mükellef olduğu branşta Cenâb-ı Hakk’ı razı edecek ne gibi hizmetler görebileceği hususuna yoğunlaştırmalıdır.

Şerʿî ilimlerle meşgulse, Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatının doğrudan tâlibi olduğunu daima akılda bulundurmalıdır. Bu husus açık ve müsellem gibi görünse de insanların ayaklarının en çok kaydığı husus yine burasıdır. İlim sıfatına mazhar olmak isteyen kimsenin -ki ilim zaten bunun için tahsil edilir- el-ʿAlîm’in rızasına muvafık düşmeyecek amellerde bulunması büyük bir felakettir ve bu felaketin kurbanları hiç de az değil. Hafazanallah.

  • İlmi ne için talep ettiği hususunda bir/birkaç belirgin kanaate sahip olmalıdır.

Kişinin, özellikle şerʿî ilimlere talip olanların, aklında bir/birkaç neden olur, olmalıdır. Bunların bir kısmı kulağa hoş gelir, hesabı tam olarak verilmiş de değildir. Bu hesabın ilmi tahsil sürecinde verilmesi umulur, verilmediği takdirde bir problem var demektir. Kişi kulağa hoş gelen bir çift lafla bir ömür sürer, şeytan onu kendinden sadır olan bu güzel sözle kandırır. Oysa ilim amel içindir. “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla haşyet duyar.”[17] Kulluğu -bir derece dahi olsa- kemâle yaklaştırmayan ilmin faydası yoktur, zararı vardır. Sahibini yerinde de saydırmaz, aşağı çeker!

  • Kendisine hayaliyle hakikatin ne derece örtüştüğünü bildirecek, kusurlarını söyleyecek nasihatçi bir yâren bulmak.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, -özellikle şerʿî- ilim talibinin tahsil sürecinde ve sonrasında kendisini kandırması işten bile değildir. Bu durumu kendisinin fark edememesi de son derece normaldir. Zira “bir şeye olan sevgisi kişiyi kör-sağır kılar[18], nefs de en çok kendini sever. Bu sebeple de kendisinde bulunan en ufak bir kusuru dahi kendisine yakıştıramaz. Bu gibi durumlarda kişinin, kendisine kusurlarını söyleyip hayaliyle hakikatin ne derece örtüştüğünü bildirecek nasihatçi yâren(ler)e ihtiyacı vardır.

Evet, ilim bizzat mübarek bir sıfattır, tahsili hakkında da türlü teşvikler vârid olmuştur. Bu hususlar kişiyi her ne kadar ilim tahsiline yönlendiriyorsa da kişinin yolun sonunda cennete vardırması zorunlu değildir. Şeytan daima müteyakkızdır ve ademoğlunu özellikle hayırlı işlere sakladığı şerlerle gafil avlar. Dolayısıyla, kişinin de bu hususta en az şeytan kadar müteyakkız olması gerekmektedir. Bilginin “güç” olmaklığının müsellem bir hakikat gibi görülmesi karşısında, Müslüman’ın bilgiyle/ilimle irtibatı onun haşyet ve acziyetini artırmaya müncer olmalıdır.

Haşyet ve acziyeti artıracak ilim de sayıyla, ve dolayısıyla, kitap vb. ile ölçülür değildir. Bu hususta şerʿî ilimlerle doğrudan muhatap olmayanlar için baştan sona hazmederek icra edilecek periyodik ilmihal ve siyer okumaları yeterli gelebilir.

Şerʿî ilimlerle doğrudan muhatap olanların reçetesinden bahsetmek içinse bu yazı yeteri kadar müsait değildir.

Bununla birlikte; hem şerʿî hem şerʿî olmayan ilimleri tahsil eden kimselerin, doğrudan ilim tahsili gibi görünmeme ihtimali bulunsa da, ahlâk hadislerinin derlendiği, ahlâka ve ilmin faziletine dair yazılmış eserlerden bigâne kalması mümkün değildir.

Ezcümle: İlmin başı da sonu da marifetullahtır. Kul Rabbini tanıdıkça ona layıkıyla bende olur. İlim, marifetullaha hizmet ettiği müddetçe hayırlı ve mübarektir. Buna hizmet etmeyen, kişiyi tersi istikamete götüren ilim tahsilinde hayır aramak ise beyhudedir.

Bil ki, şüphesiz Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Ve hem kendi günahın hem mü’min erkek ve kadınların günahları için de istiğfar et.”[19]


[1] el-ʿAlak, 96/5.

[2] Buradaki atıf, “Bil ki”, “Biliniz ki” olarak meal verilen “اعلموا/اعلم” ifadelerinin geçtiği âyet-i kerîmeleredir.

[3] el-Bakara, 2/151.

[4] İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “Deʿavât”, 105.

[5] el-Bakara, 2/255, 269.

[6] Fâtır, 35/28.

[7] İbn Mâce, “Sünnet”, 17.

[8] Tirmizî, “İlim”, 19.                                                                                            

[9] Buhârî, “İlim”, 10; İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “İlim”, 19.

[10] el-Bakara, 2/151.

[11] el-Ahzâb, 33/21.

Burada hitap her ne kadar doğrudan Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise de, insanlar için namzet olma hususu diğer peygamberler için de aynıyla geçerlidir.

[12] Buhârî, “İlim”, 10; İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “İlim”, 19.

[13] İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “Deʿavât”, 105.

[14] Burada ‘kelâmullah’ ile maksadımız yalnızca Kur’ân-ı Kerîm değil, Cenâb-ı Hakk’ın emir, nehy ve ihbârlarının bütünü manasındaki ‘kelâm sıfatı’dır.

[15] Bu ayrım elbette müsellem değildir. Başka bir kimse farklı itibarlarla, dolayısıyla farklı kısımlarla başka bir taksim yapabilir.

[16] Burada bahsedilen kifâyet miktarı, yazının sonunda da bahsettiğimiz ilmihal bilgisidir. Kişinin içinde bulunduğu durumların Cenâb-ı Hak nezdinde ne gibi hükümlere tabi olduğunu bilmesi farz-ı ʿayndır. Mütedavel ilmihaller kişinin mahza kulluk/ibadet hayatını düzene koyuyorsa da, mesela tüccar bir kimsenin ayrı bir ticaret ilmihaline de devamlı surette müracaat etmesi elzemdir.

[17] Fâtır, 35/28.

[18] Ebû Dâvûd, “Nevm”, 124.

[19] Muhammed, 47/19.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.