KAPAK- Makam ve Şöhret Düşkünlüğü

KAPAK- Makam ve Şöhret Düşkünlüğü

İnsanoğlunun fıtratında var olan makam ve şöhret duygusu törpülenmediği takdirde insanı nefsin istek ve arzularına karşı zaafa düşüreceğinden, bu durum kişiyi kendini insanlara farklı gösterme ve beğendirmeye sevk eder. Makam kelimesi, Arapça kökenli olup kalkılan yer anlamına gelir. Bu da toplumsal yönüyle, insanları yönetmeye ilişkin oluşturulan, belli bir hükmetme alanı bulunan sosyal olgu ve konum demek olan “mevki” kavramıyla birlikte kullanılagelmiştir.

Şöhret, ise herkesçe bilinme, tanınma durumu, ün, ünlü kimse ve tanınmış olma gibi manalara gelmektedir. Makam ve mevkiler insanları daha tanınır hâle getirdiğinden bu durumdakilerin kendini beğendirme ve gösterme eğiliminde olacağı aşikârdır.

Yaratılış itibarıyla “nefis” sahibi olan insan, nefsin isteklerine karşı çok zayıf bir varlıktır. “İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (Nisa, 28) ayet-i kerimesinde vurgulanmak istenen hususun; insanın yaratıcısına karşı acizliğini anlayabilmesi, dünyanın geçici bir makam olduğunu fark edebilmesi, gururlanıp kibirlenmemesi, Rabbinin yüce kudreti karşısında hiçliğini kabul etmesi ve O’na kul olmaktan başka bir çaresinin olmadığının anlaşılmasıyla ilgili olduğunu görebilmekteyiz.

Maddi Hırs ve Kurtuluş Yolları

İnsanı başkalarına karşı üstünlük taslamaya ve övünmeye sevk eden her türlü mal, makam ve şöhret insana itibar kazandırır. Bunun muteber olanı ise hırsa kapılmadan ve helal sınırlarını aşmadan sağlanan itibardır. Aksi hâlde makam ve şöhret düşkünlüğü veya meşhur olma arzusu ya da parmakla gösterilmeyi istemek durumu sahibi için büyük bir afet olur. Alak suresi 6 ve 7. ayetlerde “İnsan kendini müstağni ve zengin görünce mutlaka şımarır.” buyrulmaktadır.

Makam sevgisi ve şöhret düşkünlüğü, ihlâsı zedeleyen ve yok eden en büyük manevi hastalıktır. Bu da özellikle günümüzde kiminde koltuk sevdası şeklinde kendini gösterirken kiminde sosyal medyada tanınmak arzusu, kiminde de ise radyo-televizyonda boy göstermek olarak ortaya çıkmaktır. Böyle kişiler sadece makam ve mevkie yöneldikleri için Hakk’ın rızasından ziyade halkın memnuniyetini gaye edinebilmektedir. Şöhret hastalığına yakalanan kişi esfel-i sâfilîn derekesine düşer ve dünyada imtihanı kaybederken ahirette de gazaba ve azaba duçar olur. Çünkü bizim kültürümüzde görev istenmez, verilir; verildiğinde de onunla hoşlanılmaz. Çünkü bilir ki bu hoşlanma biçimi ihlası kaybettirir ve sahibini riyakâr yapar. Bu, insanın kibir ve gösterişine sebep olabileceği için mükâfat değil belki de itap ve ceza olacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Dünyayı sevmek bütün hataların başıdır.” (Beyhakî, Ahmed, Müsned), “Dünyanın helali hesap, haramı ateştir.” (Beyhakî) buyurarak bizleri ikaz etmiştir.

Bu itibarla böyle kötü hasletlerden uzak durmak gerekir. Zira makam, mevki, şan, şöhret sevgisi insanın en zayıf damarlarından olup zehirli bir bal, riyakârlığın sebebi, insanı köle yapan bir hastalıktır. Şeytan ve nefis, insanı bu zayıf yerinden yakalayıp okşar, kendine çeker, Allah’a, Kur’ân’a ve değerlerine hizmet edenleri makam sevgisiyle aldatır ve bu uğurda bir sürü kötülüğe sevk eder ki bu da dünyada zavallılığa, ahirette azaba neden olur.

Rasûlullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp verdiği zarar, (mal ve şöhret) hırsına kapılan kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Tirmizi, Zühd) Efendimiz; mal, makam ve şöhret sahibi olma hırsının kişiyi maddî ve manevî sıkıntılara sürükleyeceğini, kalbin huzurunu bozacağını ve insanın davranışlarına vereceği zararı çok canlı bir benzetmeyle haber vermiştir. Hadis-i şerifte geçen hırsın, iki aç kurdun sürüye vereceği zarara benzetilmesi, afetin ne denli büyük olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü sürüye dalan aç bir kurdun, karnını doyuracak kadarıyla yetinmeyeceğini biliriz. Doyumsuzluğuna engel olunmayan kurt, bütün sürüyü telef eder. Kişi önceleri iyi niyetlerle mal, makam ya da şöhret isteyebilir. Ancak zamanla kapıldığı hırsı kendisini tüm manevî değerlerinden taviz vermeye iter ve sonunda ezeli düşmanlarıyla birlik olmasının önünü açar. Bu da dinî yaşantısının perişan olmasına, inancının zedelenip zayıflamasına ve değerlerinin yok olmasına sebep olur.

Bulunduğumuz makam-mevkileri ve sahip olduğumuz tüm imkânları hayır yoluna birer vasıta kıldığımız takdirde bunlar bizim için bir ahiret kazancı hâline dönüşür. Hadis-i şerifte Bir saat (veya bir gün) adaletle hükmetmek, bir sene (veya altmış sene) nafile ibadetten hayırlıdır.” buyrulmuştur. Kur’an da “Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder.” (Nahl, 16/90) buyrulmaktadır. Fakat mal, makam ve mevki hırsı sürekli içimizi kemirirse haktan, hakikatten ve adaletten uzaklaşmış oluruz; sonra da hakkın karşısında durup batıl yanlısı tutumumuzla içine düşeceğimiz yanlışlar bizi dünyanın peşine düşürür ve ahiretimize zarar verir. Hz. Ali radiyallahu anh’a dünyayı sordular. O da “Kısa mı anlatayım, uzun mu?” diye karşılık verdi. “Kısa anlat” demeleri üzerine Hz. Ali radiyallahu anh: “ Helalinin hesabı, haramının azabı olan bir yerdir” dedi.

Allah’ın yüce kudreti karşısında biz insanlar çok aciz varlıklarız. Bu hiçliğimizi, bu hâlimizi idrak ettiğimiz sürece ne makam ve mevkiimiz ne malımız-mülkümüz ne de şöhretimiz bize gurur, kibir ve övünç verir. Ama kişi hiçliğini, fâniliğini, bir gün ölüp huzur-ı ilâhîye varacağını unutursa işte o zaman makam, mevki, kibir, gurur, öğünme ve şöhret insanı alır götürür ve bir yerden sonra bakmışsınız ki, insanın manevî hayatı kaybolmuş gitmiş; o da nefsinin, şehvetinin, şöhretinin ve kör benliğinin zebunu olmuştur. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hadid suresi 20. ayette “Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibarettir.” buyurmuştur.

Rivayete göre Allah Teâlâ, Davut (as)’a şöyle vahyetmiştir: “Ben izzeti, şerefi (makamı, şöhreti) Allah’a itaatte kıldım. İnsanlar ise bunları yöneticilerin kapısında arıyorlar, ama onu bulamayacaklar.” Bunları veren Allah Teâlâ’dır. İnsanların verdiği geçici makam ve şöhretin fazla bir kıymeti yoktur. Bunlar sabun köpüğü gibidir, gelir ve geçer; asıl kalıcı olan makamlar Allah’a itaatle elde edilebilir.

Rasûlullah (sav) şöyle buyuruyor: “Size cennet ehlini göstereyim mi? Onlar zayıf, başkalarının nazarında değersiz kimselerdir ki, bir şey hakkında Allah’a yemin etmiş olsalar, Allah onların yeminini boşa çıkarmaz. Cehennem ehli ise kibirli, gururlu, kimseyi beğenmeyen şöhret düşkünü kimselerdir.” Bu da gösteriyor ki kötü hasletlere düşkünlük manevî hayatı karartan, dinî hayatı öldüren bir zehir, amelleri yakıp yok eden bir ateş gibidir. Makam ve şöhret zaafı; Allah’a kulluğa, insanlığa hizmete, Allah yolunda ceht ve gayrete mani teşkil eden kötü bir sıfattır.

Peygamber Efendimiz buyurdular ki: “Siz, emirliğe (baş olmaya) düşkünsünüz. Hâlbuki emirlik, kıyamette pişmanlıktır. Ancak, onun hakkını gözetenler bundan müstesnadır.”; “İstemeden emir olan, yardım görür, isteyerek bir makama geçen aciz kalır.”

Riyaset yani baş olmak, büyük bir mesuliyeti gerektirir. Gereken istidat, kabiliyet, liyakat ve kuvvet kendisinde bulunmayan ve üstleneceği vazifeyi hakkıyla ifaya güç yetiremeyecek olanların riyaseti talep etmeleri son derece mahzurludur.

Sahabeden Ebu Zer (ra), bir gün Peygamber Efendimize “Yâ Rasulullah! Beni vali tayin eder misin?” diye sormuş, Allah Resulü (sav) ise şöyle karşılık vermiştir: “Ey Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin vazife ise büyük bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna. Aslında bu vazife kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.” (Müslim, İmâre, 16)

Efendimiz “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur.” (Tirmizi, Menakıb, 35) buyurmasına rağmen onun ahlâkını, karakterini, zühde meylini, dünyaya hiç değer vermeyişini iyi bildiği hâlde, onu idareciliğe tayin etmemiştir. Zira bu durum da “ahlâkî fazilet” ile “idarecilik dirayeti”nin farklı şeyler olduğunu göstermektedir.

Geçmişte bu vazifelere ehil olanlar getirildiği için azami istifadeyi sağlamışlardır. Bugün de idarecilerimiz, Peygamber Efendimizin vefatından önce son olarak buyurduğu “Namaza ve emriniz altındakilerin hukukuna riayet edin!” talimatına son derece ehemmiyet göstermelidirler.

İdarecilerde bulunması gereken kalbî dirayetin en güzel numunelerini, önderimiz ve rehberimiz Peygamber Efendimizin hayatında görebiliyoruz. O, daima kifayet miktarı ile geçinir, hatta çoğu zaman ashabını doyurmadan kendini doyurmazdı. Ümmetinin sevincini kendi sevincine tercih ederdi. Mescit-i Nebevinin inşasında mübarek sırtında taş taşımış, bir sefer esnasında ateş yakmak üzere ashabıyla odun toplamış, bizzat ve fiilen hizmet etmek suretiyle bütün idarecilere örnek olacak ulvî numuneler sergilemiş ve “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” buyurmuştur. Böylece ashabının yaşadığı şartları bizzat yaşamış, onların sevinciyle sevinmiş, derdiyle dertlenmiştir. Bu misalle de makamların insanlara değil, insanların makamlara şeref kazandırdığını, makamların, ancak hizmet etme yerleri olduğunu apaçık ortaya koymuştur.

Rabbim, en alt kademeden en üst kademeye kadar vazife üstlenen bütün müminleri, nefsin afeti olan servet, şehvet, şöhret ve makam sevgisi gibi kötü sıfatlardan muhafaza eylesin.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.