KAPAK- Mahlûkata İnsana ve Mü’mine Merhamet

KAPAK- Mahlûkata İnsana ve Mü’mine Merhamet

 

İnsan Allah’ın yarattığı eşref-i mahlûkattır.[1] Ancak bazıları mahlûkatın en şerefli olma mertebesi gibi bir ağırlığı taşıyamayıp veya taşımak istemeyip esfel-i safilin derekesine düşmüştür.[2] Her ne olursa olsun bu insanlar ile aynı tür varlığız. Kimisi mümin kimisi gayrimüslim. Kimisiyle tür bağımız, kimisiyle kan bağımız, kimisiyle de din bağımız var.

Bu noktada insanı aşama aşama ele alacak olursak, inkârı, günahı, suçu hayat tarzı haline getirmiş, insanlıktan çıkmış, insanlığın ve toplumun başına bela kesilmiş birisine hidayeti ve ıslahı için dua ederiz. Islahı mümkün değilse insanlığın başından def edilmesini isteriz. Ona karşı bir mücadele ve karşı koyuş gerekiyorsa ki gerekiyor, uygun yöntemlerle onu yaparız.

İnkârcı olmakla birlikte, insani hasletlerini devam ettirenlerle, Peygamberimizin (as) hayatından bize yansıdığı gibi bireysel ve sosyal anlamda medeni ilişkiler kurabiliriz. Komşuluk yaparız, Efendimizin hayatında olduğu gibi alışveriş yaparız[3], acılarına ortak oluruz. Medine Vesikası’nda olduğu gibi onlarla anlaşmalar yaparız ve onlar anlaşmayı bozmadan biz bozmayız.[4] Bu arada hidayetleri için çalışır ve dua ederiz. Aslında günahkâra değil günaha kızmak Müslüman’ın şiarındandır. O yüzden gayrimüslimin hidayeti için dua ederiz.

Bu, Müslüman merhametinin yansımasıdır. Hatta bırak gayrimüslimi, yaratılanı yaratandan ötürü (İslam’ın koyduğu sınırlar içinde) sevmek ve onun için merhamet duyguları taşımak Müslüman olmanın gereğidir.

Müslümanlara gelince, birbirini sevmek ve birbirine merhamet etmek konusunda daha fazla titiz olmaları gerekir. Dini bir bağlantımız olmadığı halde insanî bağlantımız sebebiyle gayrimüslimlerle bile insani ilişkiler içerisinde merhametli olmamız yasaklanmamışsa, müminler arasında olması gereken merhamet ilişkisini düşünmek gerekir.

Bir kere “Mü’minler, ancak ve ancak kardeş” kılınmıştır.[5] Bir anlamda onlar, kardeşlerin birbirlerine karşı taşıdıkları kardeşlik duygularını mümin kardeşleri için de duymalıdır. Zira bir mü’min diğerine o kadar yakındır. Öte yandan Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed (as) ile beraber olanlar yani o dönemde sahabiler, bu dönemde bizler, “kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametli” olmakla mükellef kılınmışızdır.[6] Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi kendi mümin kardeşine karşı sert, kaba olup gayrimüslimlere karşı merhametli olmaya kalkmak evvela Allah’ın hükmüne muhalefet etmek demektir. Onun bu konudaki hükmüne muhalif olmak ise olsa olsa aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir ruh halini yansıtır. Aynı zamanda onursuzluğun göstergesidir. Şöyle ki, Müslümanları bırakıp, ne zaman düşmanlıklarını izhar edecekleri belli olmayan ve Kur’an’ın ifade ettiği gibi, “bize asla gerçek dost olmayacağı”[7] kesinlik kazanmış bulunan İslam ve insanlık düşmanlarına merhamet göstermek en hafif ifadeyle müminin kendini inkâr etmesi ve kendine saygısını yitirmesi anlamına gelir.

“Kendi yolunda, sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları seven”[8] Allah, barış durumunda da merhamet harcıyla örülmüş tuğlalardan oluşan bir duvar gibi kenetlenmemizi istemez mi? Müminlerin bu şekilde kenetlenmelerinin bağlayıcı şartı birbirlerine karşı sevgi ve merhamet duygularıyla dolu olmalarıdır.

Acaba Rabbimiz, Âl-i İmrân, 134. ayette takvâ sahiplerinin öfkelerini yendiklerini ve insanları affettiklerini buyururken bunların, öncelikle hangi insanlara karşı öfkelerini tuttuklarını ve yine öncelikle hangi insanları affettiklerini kastetmiştir? Tabi ki öncelikle müminlerin affedilmesini ve onlara karşı öfkelerin yutulmasını kastetmiştir.

Müslümanların birbirlerine sevgi ve merhamet beslemeleri ve bunun tabii sonucu olarak sulh içinde olmalarını en güzel ifade eden naslardan biri de Efendimizin şu hadis-i şerifidir: “Bir Müslümanın, din kardeşini üç geceden (yani üç günden) fazla terk edip onunla küs durması helâl değildir. İki Müslüman karşılaşırlar, biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki o ikisinin en hayırlısı önce selâm verendir.”[9] Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki Peygamber Efendimiz (as), iki Müslümanın, insani zaaflarından dolayı birbirlerine darılma ve küsmeleri halinde bu küslük süresinin belli bir limiti aşmamasını ifade buyurmuştur. Zira bu, Müslümanların birbirlerine karşı taşımaları gereken sevgi ve merhamet kaynaklarını zayıflatacaktır. Sevgi ve merhametin en büyük düşmanı olan kin ve nefreti körükleyecektir. Hâlbuki Allah ve Resulü buna razı değildir. Hatta “İki Müslüman karşılaşırlar, biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki o ikisinin en hayırlısı önce selâm verendir” ifadesiyle, adeta askıya alınmış sevgi ve merhamet duygularını ilk harekete geçirenin ve bunu selam vererek yapanın en hayırlı kişi olduğunu bize anlatmaktadır.

Sevgi ve merhametin kaybolması çatışma ve çekişmenin doğuşuna sebep olur. Bu da Müslümanlara hiç hayır getirmez. Onları istenmeyen ama kaçınılmaz bir sonla yüzleştirir. Rabbimizin şu mübarek kavli de bunu ifade eder zaten: “Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz (rüzgarınız) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[10]

Günümüzde durum nedir? Müminler bir vücudun azaları gibi midirler? Yoksa dağılıp sağa sola saçılan tespih taneleri gibi mi? Maalesef buna olumlu cevap veremeyeceğiz. İçimizi acıtan utanç verici bir ayrılığımız, ruhumuzu kemiren sevgisizlik ve merhametsizliğimiz, varlığımızı küçülten sosyal ve siyasi parçalanmışlığımız… Ve tabi ki yok olup giden gücümüz, kaybolan rüzgarımız ve bunun tabii bir sonucu olarak Filistin’de (özellikle Gazze’de), Doğu Türkistan’da, Keşmir’de ve daha sayabileceğimiz birçok İslam beldesinde yüzleştiğimiz kanlı resimler…

Müslümanların, birbirlerine karşı gösteremedikleri sevgi ve merhametin faturası ne kadar da acıymış. Ancak bu Allah’ın değişmez evrensel yasalarında birisidir: Ya Müslümanlar birbirlerine karşı sevgi ve merhamet dolu olacaklar ya da sevgisizlik ve merhametsizlik girdabında boğulup gidecekler.

 


[1] Tin, 4

[2] Tin, 5

[3] “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir Yahudî’den, veresiye yiyecek satın aldı. Rehin olarak zırhını verdi.” [Buhârî, Rehn 2, 5, Büyû 14, 33, 88, Silm 5, 6, İstikraz 1, Cihâd 89, Megâzi 85; Müslim, Musâkât 124, (1603); Nesâî, Büyû 58, 87, (7, 288, 303).]

[4] “Bir kavimle arasında antlaşma bulunan kimse, antlaşmanın zamanı sona erinceye kadar, antlaşmanın ne bîr düğümünü çözsün ne de bağlasın. Ama karşı taraf antlaşmayı bozarsa, kendisi de onlara karşı antlaşmayı bozar (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 152; Tirmizî, “Siyer”, 27).

[5] Hucurat, 10

[6] Fetih, 29

[7] Bakara, 120

[8] Saff, 4

[9] Ebu Davud, Edep, 47.

[10] Enfal, 46

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.