KAPAK – Kīl ü Kāl’in Eşiğinde/Mustafa Yasir Demirkol

ʿİlm kesbiyle pâye-yi rifʿat
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
ʿIşk imiş her ne var âlemde
ʿİlm bir kīl ü kāl imiş ancak
Fuzûlî

Hamd; âlemlerin Rabbi olan, insana bilmediğini öğreten[1] ve öğrenmelerini emreden[2], insanlara Kitâb’ı, Hikmet’i ve bilmediklerini öğretmeleri için Peygamberler gönderen[3], ilim taliplerinden razı olup onlar için meleklerini seferber eden[4], kullarından bazılarına kendi ilminden pay veren[5], kendisinden hakkıyla haşyet duyacak kulların ancak âlimler olduğunu söyleyen[6], el-ʿAlîm isminin hakiki sahibi olan Allah Teâlâ’yadır.
Salât ü selâm; ancak bir muallim olarak gönderildim[7] diyen, âlimin âbide olan üstünlüğünü kendisinin diğer kullara karşı üstünlüğüne benzeten[8], “Peygamberler ne dinar ne de dirhem, yalnızca ilmi miras bırakmışlardır, şu hâlde kim o ilmi alırsa bol bereketli bir pay almış olur”[9] buyuran, el-ʿAlîm sıfat-ı şerîfe-yi ilâhiyesine mazhar olan Peygamberimiz Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Onun âl ü ashâbı (radıyallâhu ‘anhum ecma‘în) üzerinedir.
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri ilim, Esmâ-yı Husnâ’sından biri de el-ʿAlîm ismidir. Bilme eyleminin bizatihi iyi oluşundan sarf-ı nazar edildiği takdirde de, Allah Teâlâ’nın ilim sıfatıyla mevsuf el-ʿAlîm oluşu, bize, kulun ilimle “bir şekilde” irtibat kurmasının faziletli ve hatta kemâl yolunda gerekli bir amel olduğunu da haber vermektedir. Aynı şekilde, Habîb-i Kibriyâ Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhatabı bulunduğu “Rabbim! Benim ilmimi artır, de!”[10] emrinde varid olan dua da, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikreden kimseler için bir numûne-yi imtisal olan[11] Fahr-i Kâinât Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ameli olması itibarıyla son derece kıymeti haizdir, vird-i zebân edilse sezadır.
İlim bahse konu edildiğinde Nebî-yi Zîşân Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir diğer duası olan “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”[12] ifadesi de akla geliverir. Bu dua, bazı ilimlerin yahut ilmin bazı durumlarda fayda vermediğini bildirmekte, yukarıda herhangi bir kayd ü şart olmaksızın övgüye layık ve faziletli olduğu söylenen ilmin bazı hâllerde istenmedik sonuçlar doğurabildiğini ve ilim sahibi bir kimsenin de kendisine veya ilme ilişen birtakım ârızalar sebebiyle ilmin ve sahibinin zâtî olarak taşıması beklenen fayda ve faziletlerden mahrum kalabileceğini anlatmaktadır.
Fayda ve faziletlerden mahrum kalmak yerine göre nötr bir durum sayılabilir. Ne var ki ilmi kendisine fayda vermeyen kimse yalnızca bu mahrumiyetle kalmaz, Cenâb-ı Hak’tan da uzaklaşır. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olan kimseler, Allah’ın ilmiyle kendisine fayda vermediği âlimlerdir”.[13] Yine şöyle buyrulmuştur: “İlmi artıp da zühdü artmayan kimsenin Cenâb-ı Hakk’a karşı ancak uzaklığı artar”; “Veraʿı olmayan fakih, evi aydınlatıp kendini yakan kandile benzer”.[14] O hâlde, sahibini bu gibi durumlara düşürmeyen faydalı ilim nedir?
Cenâb-ı Hakk’ın “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar.”[15] buyruğundan hareketle ilmin sağlayacağı umulan faydalardan birinin Allah korkusu olduğunu söylemek mümkündür. Başka bir deyişle, ilim, kendisiyle Allah korkusu hasıl olduğu takdirde faydalıdır.
Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden çok söz dinledim ancak sonra duyduklarım ilk duyduklarımı unutturur diye endişeleniyorum. Bu öğrendiklerimin hepsini içeren bir söz söyleyiverseniz olur mu?” diye soran Yezîd b. Seleme’ye (r.a.) verdiği “Bildiğin hususlarda takvalı ol.”[16] cevabı da ilmin faydasının ne şekilde tezahür edeceğini örnekler niteliktedir.
Bu örnekleri âyet-i kerîme, hadîs-i şerîfler ve kelâm-ı kibâr ile çeşitlendirmek mümkündür. İlimle ne gibi faydaların hasıl olması gerektiği ve ilim sahiplerini ne gibi âfetlerin beklediğine ilişkin detaylı bilgiler, bu konuda yazılmış kitaplarda yahut bu konuya temas eden kitapların ilgili bölümlerinde bulunabilir.[17] Bununla birlikte, gerek âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler gerek kelâm-ı kibâr ile genişletilebilecek bu çerçevenin esasını; Allah’ı hakkıyla bilmeyi,[18] O’ndan hakkıyla korkmayı[19] ve O’nun emrine muvafık bir hayat sürmeyi, yani amel etmeyi içinde barındıran takva kavramı teşkil edecektir. Dolayısıyla faydalı ilim, sahibini daha takvalı kılan ilim olmalıdır. İlmin sahibine fayda verip vermediğinin sağlaması, ilim sahibi olan kulun ilim sahibi olmadan evvelki hâline nazaran daha müttakī olup olmamasıyla yapılabilir.
İlim her şeyden öte Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatıdır, ilmin kaynağı Cenâb-ı Hak’tır. Hâl böyleyken ilim sahibi olan kimsenin, hakikati Cenâb-ı Hak’ta bulunan bir sıfatla muttasıf olmaya namzet bulunduğunun ayırdında olması ve buna yaraşır bir portre çizmesinin gerekliliği izahtan varestedir. Yine ilim sahibi olan/olmak isteyen kimsenin O’nunla olan irtibatının, O’na karşı takvalı olma ve imkân nispetinde O’nun diğer sıfatlarıyla da muttasıf olmayı hedefleme ekseninde ilerlemesi gerekmektedir.
“Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28) âyet-i kerîmesinden hareketle Allah’tan hakkıyla korkmak için ilim sahibi olmanın gerekliliğini anlamak da mümkündür. Peki Allah’tan hakkıyla korkmak için hangi ilmi, ne seviyede öğrenmek gerekir?
“Takvalı olun” emrine, iman edenlerin bütününün muhatap olması[20] ve dinde tefakkuh etmesi gereken zümrenin mü’minlerin tamamına değil de bir kısmına tekabül ediyor oluşu,[21] ilim tahsiliyle umulacak faydanın şerʿî ilimlerle “meslek olarak” ilgilenmeye hasredilmediğini anlatır. Bu takdirde, her ne kadar şerʿî ilimlerle meslek olarak ilgilenen kimseler daha avantajlı görülebilirlerse de, mü’minlerin büsbütün ilimsiz değil, ancak şerʿî ilimlerle “meslek olarak” ilgilenmeden de ilmin semeresini elde edebilecekleri söylenebilir. O hâlde, mesaisini büyük ölçüde şerʿî ilimlere ayıramayacak kimseler şerʿî ilimleri ne seviyede tahsil etmelidir?
İslâm’ın iman, ibadet ve ahlâk olmak üzere birbirine sıkı sıkıya bağlı üç esası vardır. Kul, dünyada vaktini ne ile geçirdiğinden bağımsız olarak, yani mahza kul olması itibarıyla bu üç esasta da yaratıcısının kendinden istediklerini (murâdullah) bilmek ve bu doğrultuda yaşamak durumundadır. Kulun bir-tek olan Allah’a, O’nun şanına yaraşır bir biçimde iman etmesi gerekir. Ortalama bir kulun itikad noktasında tahsil edeceği faydalı ilim, onun mü’min ve ahiret saadetine nail olmasını mümkün kılacak ilimdir. Bu seviyede bir itikad bilgisi, ilmihal eserlerinin itikada ayrılmış kısmının hazmedilerek okunmasıyla tahsil edilebilir.
Kulun, o bir-tek olan Allah’ın razı olacağı bir ahlâka sahip olması gerekir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine “Ve muhakkak ki sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.”[22] diyerek hitap buyurduğu Fahr-i Kâinât Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kulların ulaşmayı hedefleyeceği en yüce ahlâkî mertebeleri zâtında kemâliyle barındırır. Kulların, herhangi bir istisna olmaksızın her kulun, Cenâb-ı Hakk’ın razı olacağı o Zât-ı Risâlet-penâhîlerinde (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecessüm ettirdiği ahlâklar ile ahlâklanması gerekmektedir. Bu ahlâklar her mü’minde, hususen şerʿî ilimlerle meslek olarak ilgilenen kimselerde bulunmalıdır. Bu ahlâklar kulun nafile ibadetler noktasındaki eksikliklerini de tamamlar.[23] Bu hasletlere ilişkin bilgi, ilmihal eserlerinin ilgili kısmının ve ilgili hadîs-i şerîflerin hazmedilerek okunmasıyla tahsil edilebilir.
İslâm ilmihallerinde kendine yer bulan bir başka bahis de ibadet bahisleridir. Kulun, o bir-tek olan Allah’a layık-ı veçhile ibadet etmesi gerekir. İbadet noktasında faydalı ilim, kulun Cenâb-ı Hakk’a, O’nun istediği doğrultuda amel etmeyi öğrenmesiyle tahsil edilir. Bidʿat, mezhep âlimlerince hoş karşılanmamış (mekruh) ve benzeri bir amelle ibadette bulunmak, O’nun istediği doğrultuda amel etmemek manasına gelecektir. Dolayısıyla hangi ibadetlerin bidʿat olduğu, hangi ibadetlerle amel etmenin mezhep âlimlerince hoş karşılanmadığına (mekruh) ilişkin bilginin tahsili de ibadette faydalı ilim kapsamına dahildir. Bu seviyede bir ibadet bilgisi de, yine ilmihal eserlerinin ibadetlere ayrılmış kısmının hazmedilerek okunmasıyla tahsil edilebilir.
Doğrudan ibadetler kısmına dahil edilmeyen ve her kulun aynı düzeyde bilgi sahibi olması gerekmeyen alanlar da vardır. Nikâh (münâkehât), ticaret (muʿâmelât), ceza (ʿukūbât) ve benzer hukuk bahisleri bu alanlara örnek olarak verilebilir. Bu tür bahisler, aile ilmihali, ticaret ilmihali gibi başlıklara sahip bazı eserlerde müstakil olarak ele alınıyorsa da herkesi aynı oranda alakadar etmemesi sebebiyle ilmihal türü eserlerin vazgeçilmez bir parçası olmamıştır. Aile ilmihali, ticaret ilmihali gibi başlıklı bu eserlere müracaat edilmesinin gerekliliği, kişinin gündelik hayatında bu gibi durumlarla ne ölçüde içli dışlı olduğuna bağlıdır. Söz gelimi evlilik arefesinde bulunan bir çiftin aile ilmihalinden haberdar olması, bir tüccarın ise ticaret ilmihalini dikkatle öğrenmesi gerekir. Yaygın, İslâm ilmihali olarak şöhret bulan ilmihaller, bir kulun kul olmak itibariyle içinde bulunduğu hâle ilişkin bilgileri sunarken bu tür “hususi” ilmihaller, birtakım kimselerin içinde bulunabilecekleri hâllere yönelik bilgileri sunmaktadır.
Bir kimsenin içinde bulunduğu hâl gerektirmese dahi bu tür hususi ilmihaller üzerinden bir tahsilde bulunması, doğrudan amel edemeyeceği bahisleri öğrenmesi bakımından, şerʿî ilimlerle meslek olarak ilgilenmeye benzetilebilir. Esasında bu iki tür kimsenin de öğrendikleriyle, öğrendiği konular itibarıyla, doğrudan amel etme imkânı bulamayabilir. Bu noktada, meşhur “ilmiyle âmil olmak” ifadesinin “kişinin her hâlükârda, bizzat muayyen bir ilim mûcebince amel etmesi gerekir” şeklinde değil de “ilim sahibi kimsenin amel noktasında ilim sahibi olmayanlardan daha üstün olması gerekir” şeklinde anlaşılmasının daha doğru olacağı söylenebilir. Bu takdirde, seviye fark etmeksizin, kişiyi amel bakımından ilim sahibi olmayanlara göre daha üstün kılmayan ilmin sahibine fayda vermeyeceğini söylemek mümkündür. Fuzûlî’nin Cenâb-ı Hak katında yüksek mevkilere erişmenin imkânsız olduğunu söylediği ilim, bu türden, faydasız bir ilim olmalıdır. Sahibine fayda vermeyen ilim kīl ü kāl olmaktan öteye gidemeyecektir. İlim, sahibinde “ʿışk” meydana getirmeli, sahibini ilmin hakiki sahibine götürmelidir. Zira ilmin başı da sonu da marifetullahtır.
“Bil ki, şüphesiz Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Ve hem kendi günahın hem mü’min erkek ve kadınların günahları için de istiğfar et.”[24]
[1] el-ʿAlak, 96/5.
[2] Buradaki atıf, “Bil ki”, “Biliniz ki” olarak meal verilen “اِعْلَمُوا/اِعْلَمْ” ifadelerinin geçtiği âyet-i kerîmeleredir.
[3] el-Bakara, 2/151.
[4] İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “Deʿavât”, 105.
[5] el-Bakara, 2/255, 269.
[6] Fâtır, 35/28.
[7] İbn Mâce, “Sünnet”, 17.
[8] Tirmizî, “İlim”, 19.
[9] Buhârî, “İlim”, 10; İbn Mâce, “Sünnet”, 17; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1; Tirmizî, “İlim”, 19.
[10] Tâ-Hâ, 20/114.
[11] el-Ahzâb, 33/21.
[12] Müslim, “Zikir”, 73.
[13] Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Süyûtî, el-Fethu’l-kebîr fî zammi’z-ziyâde ile’l-Câmiʿi’s-sagīr (Beyrut: Dâru’l-Erkam, t.y.), 1/175.
[14] Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Mâverdî, Edebü’d-dîn ve’d-dünyâ (Beyrut: Dâru’l-Minhâc, 2013), 89.
[15] Fâtır, 35/28.
[16] Tirmizî, “İlim”, 19.
[17] İmam Gazzâlî’nin Eyyühe’l-veled (Ey Oğul) başlıklı risalesi ile Bidâyetü’l-hidâye başlıklı eseri ve İhyâʾü ʿulûmi’d-dîn’inin ilgili bahisleri bu noktada tavsiye olarak zikredilebilir.
[18] “Bir adam Fahr-i Kâinât Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kimselerin bilmediği ilimlerden bir şeyler öğretmen için geldim” dedi. Efendimiz ona, ilmin başını öğrendin mi ki, diye sordular. Bunun üzerine adam, ilmin başı nedir, diye sordu. Nebî-yi Zîşan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Rabb’i bildin mi?” buyurdular…” Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdillâh İbn Abdilberr en-Nemerî, Câmiʿu beyâni’l-ʿilm ve fazlih, thk. Ebû’l-Eşbâl ez-Züheyrî (Riyad: Dâru İbni’l-Cevzî, 1994), 1/691.
[19] “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28); “Hikmetin başı Allah korkusudur.” (Süyûtî, el-Fethu’l-kebîr, 1/600)
[20] Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok bağlamda geçen اِتَّقُوا اللَّهَ emrine atıfladır. Bk. el-Bakara, 2/189, 194.
[21] et-Tevbe, 9/122.
[22] el-Kalem, 68/4.
[23] Şüphesiz bir mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimsenin mertebesine muhakkak erişir. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 8.)
[24] Muhammed, 47/19.