KAPAK – Günahların Hem Anası Hem Babası: FAİZ

KAPAK – Günahların Hem Anası Hem Babası: FAİZ

Veda Hutbesinde dile getirilen iktisadi konulardan biri emanet diğeri de faizdir. Emanetle ilgili kısacası Beyhaki’de geçen: “Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın, zaten kılan kılıyor; tutan tutuyor. Ancak güven vermeyen, emin olunmayan kimsenin dini yoktur.” (Sünenü’l-Kübra, no:12694) hadis-i şerifi işin özünü anlatmaktadır. Yani güven vermeyen, güvenilmeyen adam istediği kadar zahir ibadetleri yapar gözükse de onun ahlakı dininde samimi olmadığının en büyük delilidir. Ticâretin kâidelerini Allah Resulü sallâllâhu aleyhi ve sellem “Tüccârlar kıyâmet günü fâcirler olacaklardır. Ancak dürüst ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ…” (İbn Hıbban, Sahih, Ahkamü’l-bey’, 8) beyanıyla emin olunan dışında tüccarların facir ve fasık olduğunu bize ihtar eder.

Zira genelde facir tüccar, malının gerçek değerini bilmeyen insanları aldatıp çarpmaya veya malının ayıbını gizlemeye yahut da malını olmadık vasıflarla övmeye yeltenirler. Günümüzde İslam’ın ticaret ahlakından mahrum yığınla ticaret ehlinin ortalığı işgal ettiğini esefle her gün hepimiz müşahede ediyoruzdur. Bu durum fazilet ve medeniyet davasını üstlenecek bir toplum olmaktan ne kadar uzak bir görüntü arz ediyor değil mi? “Din muameledir” ilkesinden hareketle bu ahlakı tashih etmedikçe bizim dünyaya söyleyecek pek bir şeyimiz olmayacaktır. Şimdi veda hutbesindeki emanetle ilgili değerlendirmede bu kadarla yetinip faiz üzerinde biraz ayrıntılı açıklamaya geçmek istiyoruz.

Kâbe’nin tamiri esnasında, Ebu Vehb’in: “Ey Kureyş topluluğu! Kâbe’nin inşasına ancak temiz kazancınızla iştirak edin. Buraya ne zina parası ne riba kazancı ne de insanlardan gasp edilmiş mal girsin.” (Abdülmelik b. Hişam Cemaleddin el-Himyeri, es-Siyerü’n-Nebeviyye li İbn Hişam, Mısır 1955, I, 194. ) tembihi dikkate alındığında cahiliye Arapları nezdinde bile ribanın çirkin görüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim yeterli temiz para bulunamadığı için Hicr bölgesi o dönemde Kâbe’nin dışında kalmıştır. (İsmail Özsoy, “Faiz”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1995, XII, 110)

Faizi din ve ahlak açısından tahlil eden ilkçağ filozofları Eflatun ile Aristo da onu mahkûm etmişlerdir. Çirkin bir kazanç yolu olarak gördükleri faiz onlara göre zenginlerle fakirleri karşı karşıya getirerek devletin selametini tehlikeye atabilir. Faizi kınayan benzer ifadelere Cicero. Cato ve Seneca gibi ilk dönem Romalı düşünürlerde de rastlanır. Firavunlar devrinde Mısır’da faizin anaparayı aşması yasaklanmış, eski Yunan ve Roma’da borçlunun sorumluluğu malı ve zimmetiyle, faiz haddi de %12 ile sınırlandırılmış, daha sonra Romalı Jüstinyen ticarette bu oranı devam ettirirken asillere %4 sınırını getirmiştir. Eski Hint’te de yüksek kastlar için faiz tamamen yasak iken aşağı kastlar için adil bir faizden bahsedilir.

Tüm bu rivayetler faiz gibi bir sömürü çarkının tüm insanlığın vicdani ve akli melekeleriyle ne kadar meşum bir kötü adet olduğunu ortaya koymaktadır. Faize karşı bu mücadele, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi semavi dinlerde daha da netleşerek faizin kökten yasaklanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak yahudiler faiz yasağını sadece kendi aralarında uygulamış, yabancılardan faiz almakta bir sakınca görmemişlerdir. (Tesniye, 23 / 19-20)

Avrupa’da sanayi ve ticaret hacminin genişlemesi ödünç sermaye ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Hatta bizzat kilise erbabı iş kurmak ve Haçlı seferlerini finanse etmek için büyük miktarlarda ödünç paraya gerek duydu. Daha sonra kilise geniş servet sahibi olarak kendisi de ödünç para vermeye başladı. Kilise mensupları, İncil ayetlerini bu tür faaliyetlere imkân tanıyacak şekilde yorumladılar. Öyle ki faize karşı önceleri hassas olan Saint Thomas, iktisadi şartların ve kapitalizm fırtınasının etkisiyle işi giderek yumuşatmış, bazı gerekçeler ileri sürerek para sahibinin verdiği paradan başka “tazminat akçesi” adı altında ayrı bir fazlalık almasını da meşru görmeye başlamıştır. Bundan sonra riba ile faiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tabi tutuldu. (İsmail Özsoy, “Faiz”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1995, XII, 110.)

1965 Kahire İslami Araştırmalar Kongresinden bugüne dek İslam iktisadı ve bankacılığı konularında yapılan tüm uluslararası toplantılarda banka faizlerinin şer’an haram olan riba kapsamında olduğu tescil edilmiştir. Zira bankalara bırakılan mevduatlar adına ister emanet densin ister ödünç densin hakikatte karzdır. Zira nakit paralar ancak sarf edilerek faydalanılan mallar olduğundan doğrudan karzın konusu olurlar. (Serahsi, el-Mebsut, XI, 145.) Bu itibarla faiz olan fazlalığın önceden bir anlaşmaya dayalı olarak belirlenmesi ile sonradan borcun üzerine ilave edilmesi arasında fark yoktur. Hatta denilebilir ki bugünkü banka sistemlerinin uyguladığı faiz, cahiliye döneminde uygulanan faizden daha kapsamlı ve sonuç itibarıyla faizin etkileri bakımından daha tesirlidir. Zira cahiliyedeki faiz uygulamaları örfleşmiş mahalli tatbikata göre yapılmaktaydı. Bu rivayetler, riba kelimesinin İslam öncesi dönemde de bugünkü faiz anlamında örfi bir kullanımının bulunduğunu, ayrıca ribanın cahiliye Araplarının nazarında da çirkin bir kazanç olarak değerlendirildiğini göstermektedir.

Günümüzde üretim borçlanmasına dayalı olan faizlerin İslam’ın yasakladığı faiz olmadığını söyleyen görüşleri ileri sürenlerin iktisadi faaliyetleri ve dinamikleri anlamadıkları için bu tür fikirleri savundukları ortaya çıkmıştır. Şartların değiştiği görüşü tarihi açıdan doğrulanmamış olup tamamen aksi bir durum söz konusudur. Ayrıca Kur’an’ın üretim kredisini değil tüketim kredisini yasakladığı iddiası ne tarihi gerçeklerle ne de Kur’an’ın faiz anlayışıyla bağdaşabilir. Zira Kur’an’ın yasaklaması sırasında Arapların kullandıkları krediler esas itibariyle ticari amaçlıydı. Geçimleri ticarete dayanan Kureyş ileri gelenleri İranlılar, Habeşliler ve Yemen’deki Himyeriler’le ticaret antlaşmaları yapmışlardı. (Ali Ahmed es-Salüs, Hükmü’l-vedaa li’lbünuk, s. 14) Bunlara dayanarak ülkeler arasında büyük ticaret kervanları düzenliyor ve ticaretin finansmanını çoğunlukla faizli kredilerle sağlıyorlardı.

Ziraate elverişsiz bir vadi olan Mekke çok canlı bir ticari hayata sahipti ve borsa simsarları, komisyoncularla bankerler için elverişli bir yer durumundaydı. Kervanların yollarda geçirdiği tehlikeler, yabancı paralardan oluşan para piyasasında spekülatif faaliyetlere imkân sağlıyordu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas bu bankerlerden biriydi. Resul-i Ekrem, Veda hutbesinde Abbas’ın faiz alacaklarını da kaldırdığına göre İslam’ın faiz yasağı kesin olarak ticari faizleri de içine almaktadır. Bugün de güçlü kuruluşlar halktan düşük faizle topladıkları sermayelerle büyük karlar elde etmekte ve ürettikleri mal ve hizmetlere bu kredi maliyetlerini yansıtarak ödedikleri faizleri de halktan geri almaktadırlar. Burada ezilen ve kredi sisteminden zararlı çıkan yine halk kitleleri olmaktadır.

Bu itibarla banka faizlerini mudarabeye benzetmek kadar basiretten yoksun bir açıklama olamaz. Zira günümüzdeki sömürü itibarıyla banka faizleri hakkında, 23 Mart 1983 tarihinde toplanan II. İslam Bankası Kongresi faizin şer’an haram olduğunu teyit etmiş ve Müslümanlara paralarını İslami banka ve şirketlere yatırmalarını, yabancı ülkelerdeki bankalara yatırılan paraların getirdiği faizi o bankalarda bırakmayıp Müslümanların amme hizmetlerinde kullanmak suretiyle bu gayrimeşru kazançtan kurtulmalarını tavsiye etmiş ve meşru imkânlar varken faizli kuruluşlara para yatırmayı da haram olarak değerlendirmiştir.

25 Ekim 1985’te yapılan III. İslam Bankası Kongresindeki ulema meclisinin fetvalarında İslam bankalarının kurulmasının şer’i bir zaruret, ümmetin temel maslahatlarından biri ve farz-ı kifaye olduğu, mevcut bankalarla şer’an mahzurlu işlem yapmanın haram bulunduğu, İslam bankalarıyla iş yapmanın Müslümanların görevi sayıldığı, bu imkânı bulanların yurt içinde ve dışında bankalarla iş yapmalarının haram olduğu, faiz yoluyla elde edilen her kazancın şer’an haram kılındığı, Müslümanın bu kazancı kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için kullanmasının caiz olmadığı, böyle bir kazancı okul, hastane gibi kamu hizmeti veren kurumlara sadaka olarak değil haramdan temizlenmek amacıyla vermeleri gerektiği belirtilmiştir. Bu arada İslam ülkelerindeki sorumlular ve banka yetkilileri Allah’ın “Eğer mü’minseniz mevcut faiz alacaklarınızı terk edin.” (el-Bakara 2/278) emrince bankalarını faizden arındırma yarışına davet edilmiştir.

İslam ülkeleri özellikle XIX ve XX. yüzyıllarda faize dayalı kapitalist Batı ekonomisinin gerek doktrin gerekse uygulama ve kurumlaşma açısından ağır tesiri altında kaldığından çok defa bu ülkelerde faizsiz bir ekonominin mümkün olamayacağı, faizle çalışan bankaların iktisadi hayatta önemli bir role sahip olduğu iddiası gündeme gelmekte ve bu kanaat zaman zaman bazı Müslüman iktisatçı ve düşünürleri de etkisi altına almaktadır. Fakat bu görüşün tarihî ve hâlihazır uygulama örnekleriyle çeliştiği açıktır. Ancak bütün alt yapısı ve kurumları faize dayalı kapitalist ekonomiye göre şekillenmiş, fertleri bu yönde eğitilmiş ve şartlandırılmış toplumlarda faizsiz ekonomiye geçmenin zorluğu da ortadadır. Bundan dolayı öncelikle fertlerin İslam inanç, ahlak ve düşüncesiyle yetişmiş olması, faizsiz ekonomiye geçiş yönünde ciddi azim, talep ve girişimlerin bulunması gerekir.

Özel finans kurumları ve faizsiz bankaların klasik fıkıh literatüründe yer alan ve kural olarak meşru görülen murabaha, mudarebe, müşareke ve icar usulüyle nemalandırdıkları göz önüne alındığında yaptıkları işlemlerin prensip itibariyle faizli işlem sayılmaması gerekir. (İsmail Özsoy, “Faiz”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1995, XII, 110) Günümüzde bankacılık kanunları sebebiyle katılım bankalarının mahkûm olduğu işlemler, artık yeni kanun tasarısıyla ve bu ay oluşturulan katılım bankaları fıkhi danışma kurullarıyla aşılacaktır. Bu nedenle faiz oranlarıyla benzerlik gibi bir yaklaşımla katılım bankacılığı çalışma sistemini ve birim hesap uygulamalarını bilmeden kestirip atmamak gerekir.

“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin; Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran 3/ 130) O dönemde Araplar arasında fahiş riba, tefecilik ve katlamalı faiz uygulamasının bulunduğu doğru olsa bile bu ayetle sadece bu tür faizin yasaklandığı söylenemez. Hz. Peygamber’in esasta borç faiziyle hiçbir ilgisi olmadığı halde kaliteli bir hurma ile kalitesiz bir hurmayı kalitesizin miktarını fazla tutarak mübadele eden bir sahabiye “Katladın riba yaptın.” (Müslim, Müsakat, 99) demesi, yani peşin bir mübadelede cereyan eden faizi bile “katlama” olarak tavsif etmesi, faizin az veya çok her şeklinin katlama manası taşıdığını göstermektedir. Zira ayetin nazil olmasından sonra hiçbir sahabi, ayette geçen ribadan neyin kastedildiğini veya bu katlamaların haddini sormaksızın faiz yasağına uymuştur.

Öte yandan Kur’an’ın yasaklaması sırasında Arap yarımadasında faiz hadlerinin oldukça düşük seviyelerde bulunduğu, faiz hadleri %4-8 arasında seyreden Bizans ile sıkı ticari ilişkiler içinde bulunan Arabistan’da bunun en çok %10 olabileceği ifade edilmektedir. Bu husus, Kur’an’daki faiz yasağının bu seviyelerdeki faiz hadlerini de kapsadığını gösterir. Muhtemelen Mısır, Yunan ve Roma filozofları da faizi yererken coğrafya olarak beslendikleri vahyin merkezi olan Kudüs kaynaklı peygamber hikmetlerinden bunu öğrenmişlerdir. Günümüz vahşi kapitalistleri ise tarihin kaydetmediği bir hırs ve küstahlıkla yeryüzü pazarını kirletmiş ve insanlıktan nasibi olmayan sömürü düzenlerine devam etmektedirler.

İslam hukukçuları arasında faizin haram olduğu konusunda görüş birliği bulunmakla birlikte nerelerde cereyan ettiği hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştür. Bu farklı görüşler fıkıh mezheplerinin faiz hükmünün dayandığı illet konusunda farklı değerlendirmelerde bulunmasından ileri gelmektedir.

Ekonomik hayatta faiz, kaynakların tam kapasite ile kullanılmasını ve sermaye sahiplerinin yatırıma yönelmesini önlediği için toplum içinde işsizliği arttırmakta, yatırımlarda faizli kredilerin kullanımı üretimde maliyetlerin yükselmesine ve suni fiyat artışına yol açmaktadır.

Değerlerin altüst olup yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve şefkat gibi insani hasletlerin yerini daha çok para ve itibar kazanma hırsının aldığı cemiyetlerde yeni nesillerin de bu değerlerle yetişeceği, bencilliğin körüklenip insanların barbarca bir hayat mücadelesine sürükleneceği açıktır. Faizli dış borçlar da kalkınmakta olan ülkeleri giderek ağır bir borç batağına sürüklemekte, neticede iktisadi hatta siyasi istiklallerini ciddi ölçüde tehdit etmeye başlamaktadır. Aracı kurumların düşük faizle topladıkları sermayeyi yüksek faizle yatırımcılara verdiği, yüksek faiz oranının sebep olduğu maliyet artışlarının ve enflasyonun sonuçta küçük tasarruf sahiplerinin kazancını yok ettiği ve toplumun daha büyük kesimini teşkil eden dar gelirlileri ezdiği bilinmektedir. İslam dini faizi yasaklayarak ekonomik hayatta kar ve riskin emek ve sermaye tarafından birlikte paylaşılmasını, alın terini, ticaret ve yatırımı teşvik etmiş sömürü düzenine karşı durmuştur. (İsmail Özsoy, “Faiz”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1995, XII, 110)

Buna göre; kredi kullanımı neticesinde ortaya çıkacak kar veya zarar miktarının önceden bilinememesine rağmen faiz nispetinin baştan tespit edilmesi neticede ister alan isterse veren olsun taraflardan birinin mutlaka zarara uğraması faizin İslam’da yasaklanmasındaki en önemli sebep olmalıdır.

“Eğer tövbe eder, faizden vazgeçerseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (el-Bakara 2 / 279)

Belli bir faiz yüzdesinin baştan tespit edildiği bütün kredi işlemleri Kur’an ve Sünnet tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Faizin mürekkep veya basit olması, anaparaya eklenen fazlalığın ilk akidde veya vadesi gelip de ödenmeyen borcun vadesinin yeniden uzatılması sırasında konulmuş olması, kredinin üretim veya tüketim amaçlı bulunması, faiz haddinin yüksek veya düşük olması, anaparaya eklenen fazlalığa riba, faiz, fayda, nema veya gelir payı denmesi, faizin reel veya nominal, pozitif veya negatif olması, faizi ödeyen veya alanın fakir veya zengin yahut şahıs veya kurum olması haram oluş hükmünü değiştirmez. Ayrıca ağırlık dereceleri ve cezaları farklı olmakla birlikte haramın bütün şekilleri o haramın kapsamı içinde değerlendirilir. (Karaman, İslam Hukuku, II, 224)

Buna göre İslami manada faiz, ekonomide olduğu gibi reel faizden, emek sarf edilmeden kazanılan para ve enflasyonun üzerindeki fazlalıktan ibaret değildir. İki taraftan birinin lehine dengeyi bozan fazlalık faiz sayıldığı gibi öbür tarafın aleyhine olan eksilme de faizdir.

Enflasyonla faiz arasında bir ilişki kurularak enflasyonun faize gerekçe gösterilmesi doğru değildir. Faiz haddinin enflasyonun üstünde, altında veya ona eşit olması, faizin sebebiyet verdiği haksızlığı ortadan kaldırmamaktadır. Zira enflasyondan doğan zararın telafisi başka enflasyon oranında veya altında da olsa belirli bir miktar oranı önceden belirleyerek fazlalık talebi başka bir şeydir. Bu sebeple bir kimse bir faizci bankaya veya tefeciye gitse, kredi aldığı günkü enflasyon rakamına baksa, bu rakam diyelim yüzde sekiz olsa ve yüzde sekiz ile kredi alsa bu işlem caiz olmaz; çünkü parayı aldığı zaman yaptığı akit, mesela peşin 100 lirayı, vadeli 108 liraya satın almaktır ve henüz -vade dolmadığı için- yüzde 8 enflasyon tahakkuk etmemiştir; bu işlem faizli bir işlemdir, buna caiz diyen bir fıkıh âlimi yoktur ve olamaz.

(https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/enflasyon-ve-ihtiyac-kredisi-2045621, erişim:13.05.2018)

Bugün dünyada borsa ve para işlemlerinin hızla gelişmesi, başlıca para birimlerinin kendi aralarında vadeli fiyat esası üzerine satış türlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bugün vadeli fiyat esası üzerine döviz muameleleri, döviz ve faiz fiyatları arasındaki farklardan kazanç sağlamaya çalışan spekülatörlerin işine yaramaktadır. Bu nedenle nice şirketler ve devletler krize girmiştir. Çağımızın krizlerine baktığımızda devlet ve fert bazında faiz girdabına girip de batmayan veya bocalamayan kesimin olmadığını görürüz. Bu yüzden asrın iktisatçısı Keynes, sıfır faizi önermiştir. Yıllardır izlediğim piyasada çevremdeki insanların kurduğu şirketlerin batış sebeplerini sorguladığımda faizli borçlanma olduğunu hep müşahede etmişimdir.

Katar’da ikamet eden günümüzün en önde gelen İslam İktisadı uzmanı Ali es-Salus, bir sohbetinde faizle ilgili, banka faizlerinin cahiliye faizlerinden daha kötü ve ileri derecede olduğunu şu sebeplerle açıklamıştı:

  1. Banka faizlerinde temerrüd ve bileşik faiz uygulamaları vardır.
  2. Banka, borçlunun rızasına bakmaksızın faiz oranlarında artırım yapabilir.
  3. Banka, en üst borçlanma seviyesinden komisyon belirleyebilir.
  4. Banka, borçludan vereceği borç karşılığı aldığı teminatlarda borçlunun fiilen tahakkuk eden değil ileride tahakkuk edeceği farz edilen iltizamlarını kuşatacak şekilde haczetme hakkını kendinde görür.
  5. Banka, vadesi gelmemiş alacaklarını tüm faiz ve komisyonlarıyla birlikte peşine çevirme yetkisine sahiptir.
  6. Banka, borcunu peşin ödemeye çalışan borçluya ayrıca bir faiz uygulaması yapar.

Bu yetkilerin, cahiliye döneminde tefecilerde bile bulunmadığını, cahiliye faizinin banka faizlerine göre daha basit ve sade yapıda olduğunu belirten Ali Salus, zamanımızdaki faiz uygulamalarının cahiliyedeki uygulamalardan daha şedit ve kötü olduğunu bu ifadelerle değerlendirir. (Açıklama için bak: Ali Es-Salus, el-İktisâdü’l-İslami, s. 300-301) Ali Salus, sohbetin devamında İmam Malik’ten bir nakilde bulunmuştu. İmam Malik “Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Ancak tevbe edip vazgeçerseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (el-Bakara 2 / 275-279) ayetlerini zikrederek Kur’an-ı Kerim’de hiçbir günaha faiz kadar ağır bir ifade kullanılmadığını, faiz günahı hakkında ise çok ağır bir karşılık verildiğini söyleyerek faizin göründüğünden daha derin tahribatı olduğu için bu şekilde vasfedildiğini söyler.

Bu durumda diyebiliriz ki, faiz sebebiyle altüst olan sosyal ve ekonomik denge ve zedelenen adalet diğer tüm günahların zeminini hazırlayıcı olmaktadır. Yani zina, içki, kumar, hırsızlık, aldatma, karaborsa vs. sosyal içerikli günahlar, faizle sarsılan ve zulme dönüşen hayatta onulmaz yaralar açıldığı için çok kolay yayılma alanı bulmaktadır. O yüzden Allah ve Resulü, bu zulme ve felakete karşı savaş ilan edilmesini yani topyekûn mücadele gerektiğini bize anlatmaktadır.

Müslümandan beklenen, kendini zarurete hapsetmesi değil, bir çıkış yolu bularak zaruretten kurtulması hatta imkânlarını daha da genişleterek diğer zarurette olanlara yardım etmesidir. O halde Müslümanların alternatif sistemler kurarak dini hassasiyetlerine uygun ticari faaliyetleri desteklemeleri, kapitalist piyasa sistemi içerisinde birçok güçlükle de karşılaşsa kendi üslubunu çağa taşıması gerekmektedir.

İnfak berekettir, faiz ise sömürüp mahveden bir felakettir. Neticede bereket bütün hayırların, iyiliklerin ve güzelliklerin toplanması, cem olması demektir. Dünyevi ve uhrevî işlerimiz yolunda gitmiyorsa suçu başkasında değil kendimizde aramalıyız. Sözlerimize yalan karışıp karışmadığına dikkat etmeliyiz. İşlerimize, sözlerimize ve her şeyimize yalan dolan değil sadaka ve bereket karışmalıdır. Müslümanın ticaret hayatı sadaka-bereket ekseninde olmalı, Allah ve Resulü’nün harp ilan ettiği faizden fert ve toplum olarak sakınmaya azami önem vermeliyiz. Aksi halde rahmetin ve bereketin o güzelliklerinden mahrum, zalim ve cahil bir topluma Allah’ın nusretinin ve hidayetinin ulaşmayacağını bilmemiz gerekir.

Yunus Keleş-Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.