KAPAK- Durun! Bu Yol Çıkmaz Sokak Dönelim!

Maksadımız şikayet, karamsarlık, ümitsizlik, tıkanmışlık hissi uyandırmak değildir. Hele böyle bir halet-i ruhiye içinde patinaj yapıp kısır döngüye girmek hiç değil; öyle olsa bir ümit ışığı yakalayalım diye dertlerimizi kaleme almazdık. Her zaman bir çıkış yolu, yeniden bir diriliş inancı taşımamız zaten bizim asli hüviyetimizin gereğidir.
Evet, meselemizin başı, yaramızın ana mihveri eğitim öğretim çıkmazımız. Şöyle bir tasavvur yapalım; bir esnaf veya sanayici diyelim ki yeni bir iş kurmuş olsun, bir yıl sonra sistemini oturtamadı, zarar etti. İlk sefer daha yeni olduğunu düşünerek sabredecek, muhtemelen tekrar toparlanmaya çalışacaktır. Sonraki yılda da aynı şekilde toparlanamasa ve zarar etse, ardından gelen yıllarda da aynı ahvalde olsa, bu müteşebbis bu durumu kaç kez tekrarlayıp sürdürebilir? Herhalde o, daha fazla maceraya girmeden zaman, şartlar ve ihtiyaç durumuna göre, üretiyorsa üretim planını veya işin mahiyetini ya da hitap ettiği pazarı değiştirir, başarabileceği yeni bir mecraya doğru yol alır. Aklı başında hiç kimse dolap beygiri gibi aynı tıkanmışlık içinde yıllarca debelenip durmaz, zaten dursa da mecali ve imkanı kalmaz.
Bizim müzmin ve kronikleşmiş eğitim maceramız maalesef böyle bir manzara arz ediyor. Cumhuriyet kurulalı beri 100 yılda yaklaşık 70 milli eğitim bakanı değişmiş yani yaklaşık bir buçuk yılda bir bakan değişiyor ancak asıl sorunumuz bürokratik yapıda ve müfredat sisteminde ve uygulama algoritmasında olduğundan bakanların değişmesi işi çözmüyor. Kaldı ki deneme tahtası gibi müfredat sistemleri ile ilgili gerekli gereksiz, yerli yersiz müdahaleler bakan sayısından daha fazla.
Biri gelir, davranışçı modeli uygulayacağız der; diğeri, yok bu tutmadı yapısalcıya geçelim der; öteki, hayır efendim toplam kalite çok daha mühimdir; bir başkası, hiçbiri olmadı tam öğrenme modeline geçmeliyiz, der. Bunlar tutmayınca da yiğit edalı bir kişi, bakın demek ki ana akım modeline dönmeliyiz diye meydana çıkar. Yap boz tahtasına dönen bu acılı tecrübeler bize gösteriyor ki eğitimin kronik hastalıklarını yerinde teşhis eden, onun acısını hayatının her safhasında, yüreğinin derinliklerinde hisseden, “bu yol çıkmaz sokak, durun ey eğitimciler” diye feryat eden sancılı dertli insanlarla ancak yol alınabilir. Öyle falan model, filan model süksesi içinde donuk, kadük, ruhsuz ve mukallit bürokratik yapıyla bir arpa boyu yol alınamaz.
İyi hatırlıyorum, bir bakanlık müfettişi, katıldığımız bir seminerde; “yahu biz ne biçim bir eğitim sistemine sahibiz. Okula başlayan çocukların gözlerine bakıyorsun çakmak gibi ateş saçıyor, zeka ve uyanıklık fışkırıyor, sonra lise sona geldiğinde aynı gözlerin feri gitmiş, heyecanı sönmüş, şaşkın ve dengesiz bakışlara yerini bırakıyor, bunu kör bile görüyor. Bunu nasıl başarıyoruz, anlamıyorum!” diye çok samimi bir itirafta bulunmuştu.
İlkokul döneminde ülkelerdeki kitaplarda geçen kelime sayısına baktığımızda en beğenmediğimiz Arap ülkelerinde bile 35-40 bin civarında sözcük olduğunu görüyoruz ki bu Avrupa’da 40-50 bin ile üç aşağı beş yukarı bu şekilde. Bizde ise rakamlar, eğer yeni bir düzenleme olmadıysa maalesef 5-6 bin kelimeyi geçmiyor. Kelime hazinesi zengin olmayan çocuğun hayal dünyası fakirdir ve fakirleşmeye mahkumdur. Oysa dünyanın en zengin kelime hazinesi bizim bin yıllık tecrübemizde saklıdır. Hayal dünyası zayıf nesiller gelecek inşa edemezler. Başkalarının hayallerini tahlilden aciz kalırlar, ancak taklit eder, “su akar göçebe bakar” misali oyalanıp dururlar. Küllenen bu hazinemizin yeniden temizlenip ortaya çıkarılması elzemdir.
Gerçekten yaramız; derdimiz çok büyük. Bu kısa satırlarla bunu anlatmamız çok zor ancak bir örnekle daha yakından yaraya parmak basmak gerekirse lise çağını şöyle bir tasvir edelim. (Burada lise derken bir okul tipinden ziyade bir eğitim dönemini kastediyoruz.)
Lise, ergenlikle gelen o çılgınlık döneminde savrulmaların, dikkat eksikliğinin, tatminsizliğin, disiplinsizliğin ve körelmenin altın çağıdır ülkemizde.
Türkiye’de lise demek; beyinleri dumura uğratıp sersemleten olağanüstü bir süreç demektir.
Türkiye’de lise demek; zamanın hoyratça ve faydasız bir üslupla çekirdek gibi çitlenip atılarak nasıl israf edilebileceğinin el aleme gösterildiği bir dönem demektir.
Türkiye’de lise demek; kamyonlarla, tırlarla, konteynırlarla yığın yığın keçiboynuzu getirip çiğneyerek 100 gram şeker üretememenin hayretiyle dona kaldığımız rekorlar çağıdır.
Türkiye’de lise demek; bir sürü malumat içerisinde ine çıka yorulan ama elinde bir sanatı, becerisi, kabiliyeti, kültürü ve ana dili dahil öğrendiği bir dili olmayan nesiller demektir.
Türkiye’de lise demek; seküler bocalama içinde karakteri darbe almış şuursuz bir laubaliliğe hoyratça savrulma tehlikesine atılmış gençler demektir.
Türkiye’de lise demek; sığ hedef ve hayallere, basitleşmiş ya da bel altı tarzına indirgenmiş algı ve seviyelere doğru dolu dizgin kamçılanıp duran körpe geleceğimiz demektir.
Türkiye’de lise demek; sadece gençlerin değil muallim taifesinin de israf edildiği bir dönemdir. Ne öğrencisine yar olan ne de öğrencinin kendisine yarar olduğu, kopuk ilişkiler ve etkileşimler karmaşasında iki tarafın da boğulup kaybolduğu eğitim dönemi demektir.
Lise demek; hazmedilemeyen malumat tıkınmasıyla ruhen, fikren, aklen itminana eremeyen huzursuz ve meleke kesbedemeyen körpe dimağlar demektir.
Lise demek; psikolojideki geriye ket vurma arızasına yakalanmış neyi niçin ve ne maksatla alması gerektiğine karar veremeyen dağınık ve dikkati eksik zihinler demektir.
Lise demek; neye kabiliyeti, istidadı olduğunu tam anlayamamış, üstelik eğitimciler tarafından sağlıklı tanımı yapılamamış, aşk olmadan meşk olmaz kaidesince ilim, irfan ve hikmet yolunun aşkını, heyecanını, sevgi ve idealini yakalayamamış acınası dönemler demektir.
Lise demek; bu kuvvetli savrulmalar içerisinde sabır, direnç ve gayretle çıkış yolu aramak adına var gücüyle etrafını buna zorlayacak bir şuur ve bilinçle, kral çıplak diyecek bir arayış neslinin acil zaruretini aşikar kılan bir aynadır. Boş vermişlik ve umutsuzluğun girdabında kıstırılsa da şahsiyet ve karakteri sağlam, özlenen kıvama susamış gençlerimiz yapıcı arayışın sevkiyle gidişatın akışını değiştirecek değişimi, eğitim camiasını harekete geçirecek diriliş manifestosunu oluşturacak kabiliyettedir hamdolsun.
Lise çağıyla ilgili bu tespitlerimiz sanki hiçbir şey elde edilmiyor, eğitimciler bir şey yapmıyor, hiçbir şey öğrenilmiyor diye anlaşılmasın. Kastımız, bunları o çağa şahit olan herkesin az çok teslim edeceği gibi zaman, imkan, kabiliyet ve ehliyet açısından gerçekten büyük bir tıkanıklığın, verimsiz bir sürecin ve neticesiz bir çabanın sonucu kalitesiz bir eğitim mecrasında olduğumuzu göstermektir. Yani tam bir insan israfı çemberinde kıvranıyoruz. Artık bu sistemin tüm denemeleriyle Türk gençlerine uygun olmadığı hayatın acı tecrübeleriyle müsellemdir. Peki çözüm nedir, ne yaparsak kendi fıtratımıza uygun bir kıvamı yakalarız. Bu mesele çok tafsilatlı ve yoğun istişare gerektiren bir husus olduğundan yeri burası değil.
Tekrarı olmayan şu hayatta zaman kısa, yollar uzundur. Bugünden tezi yok, nerede tıkandık, nerede düştük, neden şevkimiz yok, neden gözlerimizin feri zayıf, bunun derin muhasebesini yaparak aynı hata ve zarar girdabına mahkum olmaktan kurtulmalıyız. Elbirliği ve fikir dinamizmi ile gençlerin hayata coşku ve ümitle atılmasını sağlayacak her gayret, tarihe şerefle kaydedilecek en önemli çığırlardan olacak, ihmali ise, en büyük farz-ı kifayelerden birinin terki sorumluluğunu hepimizin sırtına yükleyecektir.