Kanaat

Sözlükte ‘hissesine düşene razı olma’ manasında olan kanaat kavramı terim olarak ‘kişinin asgari ihtiyacı kadarıyla yetinip elindekine razı olması, başkalarının elindeki şeylere göz dikmemesi, aşırı mal düşkünlüğünden kurtulması’ şeklinde açıklanıyor. ‘Kalp ameli’ olan kanaat, dünya ve ahiret saadeti için tavsiye edilen ahlak-ı hamidedendir.
Zıddı olan hırs, tamah, şereh (hazlara düşkünlük) ve tûl-i emel gibi kavramlar ise Kur’an, Sünnet ve erbabınca uzak durulması gereken kalbi hastalıklar olarak ifade edilir.
Efendimiz aleyhisselam kanaatkârlığı iffet, tok gözlülük ve gönül zenginliği olarak değerlendirmiş, İslâm’la hidayete kavuşup yeterli miktarda rızka sahip olan ve buna kanaat eden kişiyi övgüyle anmış, ‘Asıl zenginlik mal çokluğu değil gönül zenginliğidir’ buyurmuş ve kanaatkârlığı şükrün en ileri derecesi saymıştır.
Kanaat kalp zenginliğidir. Kalpte ruhi bir haslet haline gelmelidir. Kalbi zengin olanın eli de zengin olur, kalbi yoksul olanın mal zenginliği kendisine fayda ve saadet sağlamaz. Zühd bu kalbî hasletin eyleme dönüşmesi halidir. İç dünyasında kanaatkârlık bulunmayan kişinin zühd gibi görünen davranışları sahtelikten kurtulamaz.
Kanaat ve zühd öncelikle dünya nimetlerinden hayatın devamına yetecek kadarıyla yetinip başka bir şey istememek, devamında elinde fazladan kalabilecek şeylere ilgi duymamak, sonunda ise ihtiyaç fazlası şeylerin peşinde koşmamaktır.
Kanaat, hırs ve tamahkârlıktan kurtulup kişisel harcamaları olabildiğince kısarak zorunlu ihtiyaçları karşılamakla yetinmek, Allah’ın Rezzak olduğuna, her canlının rızkını tekeffül ettiği yönündeki vaadine güvenerek gelecekle ilgili kaygı taşımamaktır.
Bu hasletler hem kendisine hem de başkalarına faydalı olma düşüncesiyle zaruret ölçüsünden daha fazlasını kazananların takdirine engel değildir, olmamalıdır. Çünkü mal birçok iyiliğe vasıta, dine dayanak ve insanların kaynaşmasına yardımcı olan bir araçtır. Zaten İslam üzere olmak, ‘imanını sağlamlaştırıp başkalarının dünya ve ahiret mutlulukları için çalışmaktır’. Kanaatkârlık mutlaka yoksulluk anlamına gelmez, kanaat sahiplerinin zengin olmaları da mümkündür. Bu durumda olanların cömertlik göstererek imkânlarını başkalarıyla paylaşmaları gerekir zira cömertlik peygamberlerin erdemlerindendir. Efendimizin kendi nefsi ve hane halkı için tercih ettiği hayat tarzı, asgari ihtiyacı gidermekle yetinmek, fazlasını ise mümkünse aynı gün tasadduk etmek, emanet şuuru ile (ihtiyaç) sahiplerine ulaştırmak olmuştur.
‘Bir şeye aşırı derecede tutkun olma, şiddetli ve sonu gelmeyen istek, aç gözlülük’ gibi anlamlara gelen hırs, mala ve dünyevi amaçlara yöneltilirse insanın felaketine ve mutsuzluğuna yol açar. Tedavisi ve geri dönülmesi (tövbe) gereken bir kalp hali olduğunu Efendimiz haber veriyor: “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur; tövbe edenlerin tövbesini Allah kabul eder.”
İlim, hayırlı ve salih ameller gibi meşru amaçlar için hırslı olmak ise gereklidir. Sürekli iyilik peşinde koşan bir kişiye Efendimizin, “Allah hırsını artırsın” diye dua ettiğini biliyoruz.
Tul-i emel de böyledir. Hırsta olduğu gibi dünyevi ve gayrı meşru amaçlar, uzun vadeli emeller için hesap yapılıp bugünün boşa tüketilmesi Müslümana yakışmaz. Emel kelimesi Hicr Suresi üçüncü ayette “insanı oyalayan, ahiretini unutturan dünyevî arzu ve tutkular” diye nitelenir.
İmam Maverdi bu konudaki istisnayı Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn eserinde dünya düzenini ve huzurunu sağlamanın vazgeçilmez altı ilkesinden birinin geniş boyutlu bir gelecek kaygısı ve projesi (geniş emel) olduğunu söyleyerek yapar. (Diğer ilkeler yaşanan din, otoriter yönetim, kapsamlı adalet, genel güvenlik ve yaygın refahtır). ‘İnsanların ve nesillerin sadece kendi ihtiyaçlarıyla yetinip gelecek kaygısı taşımamaları, geleceğe ait projelerinin bulunmaması ve buna göre çalışmamaları halinde sonraki nesillere giderek harap olan bir dünya bırakmış olacaklarını, bu tehlikenin önlenebilmesi için Allah’ın insanoğlunu geleceği düşünüp tedbirli olma istidadında yarattığını, dünyanın bu sayede giderek daha çok gelişip mamur olacağına dikkat çeker.’
Ahlak-ı Hamide’den sayılarak övülen ve karakter haline getirilmesi gereken kanaat erdemi, yerilen ve yasaklanan ‘cimrilik’ hastalığı ile bir araya getirilmemelidir. Kanaat kişinin hem nefsinde hem de bütün topluma yayılacak bir ‘infak’ seferberliğinin başlangıcı haline getirilmelidir.
İlk nazil olan ayetlerden başlayarak Efendimizin elçilik hayatının sonuna kadar dikkat çekilen ve emredilen hususlardan birisi infaktır, cömertliktir. Asıl hayatın ahiret hayatı olduğu vurgulanır ve bu dünyadan asgari ihtiyaç kadarının (nefsi için) tüketilip verilen diğer nimetlerin ahiret azığı olarak sermaye edilmesi tavsiye edilir.
İnsanın kendisini gayrı meşru heveslerin ve şehvetlerin tamamından ve mübah olan şeylerin fazlasından ‘uzak tutması’ anlamına gelen ‘oruç’ ibadetinin ana amaçlarından birisi de kanaat hasletinin yerleşmesidir.
İki ayeti kerime meali ile bitirelim:
“O takva sahipleri bollukta da darlıkta da infak ederler.” (Al-i İmran, 134)
“Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için ayetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.” (Bakara, 219)