Kabus

Kabus

Korku… Emre’nin hissettiği sadece korkuydu. Bu yüzden arkasına bakmadan kaçıyordu son sürat. Kaldırımda insanlara çarpıyor, arabaların arasından tehlikeli bir şekilde geçiyor, mümkün olduğunca hızlı koşmaya çalışıyordu. Bir ara göz ucuyla arkasına baktığında gördü onu; hala peşindeydi. Kendisi bu kadar hızlı koştuğu halde aradaki mesafenin açılmamasını bir türlü anlayamadı. Korkusu iki kat artmıştı. Hiç düşünmeden ilk gördüğü sokağa saptı. Ama biraz ilerleyince girdiği o yarı aydınlık dar sokağın hiçbir yere çıkmadığını gördü. Çıkmaz sokağa girmişti ve tamamen sıkışmıştı. Tekrar ana caddeye dönüp buradan kurtulması gerekiyordu. Caddeye doğru yöneldiğinde sokakta yalnız olmadığını anladı. Adam onu bulmuş, sokağın başından kendisine bakıyordu. Bir müddet öylece hareketsiz kaldılar. Emre dikkatli bir şekilde bakmasına rağmen adamın yüzünü bir türlü seçemiyordu. Merak ediyordu kendisini ölümüne kovalayan adamın kim olduğunu. Bir karartı vardı sanki adamın yüzünde. Daha bir dikkatli baktı, uzun siyah pardösülü, başında fötr şapka olan bir adamdı ama yüzü yoktu işte. Herhalde yüzünde maske var diye düşündüğü adam bir anda hareketlendi. Emre’nin kalbi hızlandı, panikledi, kaçmak istedi ama ayakları sanki yere çivilenmiş gibiydi. Hareket edemedi. Adam dibinde bir anda bitiverdi ve aniden boğazına sarılan eller nefessiz bıraktı onu. Bir çığlık attı o heyecanla. Belki birileri sesini duyar da yardım eder diye bir kere daha bağırmak istedi ama sadece bir hırıltı çıktı boğazından. Yere yıkıldı. O güçlü eller hala boğazındaydı. Direnecek dermanı kalmadı. Teslim oldu adama, gücü tükenmişti. O anda adamı daha yakından görme imkânı buldu ve emin oldu; adamın yüzü gerçekten yoktu. Yüzünün yerinde bir karartı vardı, ne maske ne de başka bir şey. Sadece karartı. Olanlara hiçbir anlam veremedi. Bu yarı aydınlık dar sokakta yüzü olmayan bir adam tarafından boğulmak…  Bu şekilde öleceği hiç aklına gelmemişti Emre’nin. Sonra çocukları geldi aklına, eşi, tüm hayatı…

Son nefesini verdiğini düşünürken kan ter içinde uyandı. Yine aynı rüya. Dört gündür aynı kâbusu görüyordu. Bundan öncesinde de yine karışık rüyalar görüyor, sağlıklı bir uyku uyuyamıyordu. Aşağı yukarı bir aydır sürüyordu bu durum. Ama bu kâbus başına bela olmuştu. Uyandığında eşi, çocukları hepsi mışıl mışıl uyuyordu. Demek ki hiç ses çıkarmamıştı. Hâlbuki rüyasında bağırdığını hatırlıyordu. Gördüğü kâbus uykusunu kaçırmış, aynı zamanda da korkutmuştu yine Emre’yi. Saat kaç acaba diye düşünürken sabah ezanı duyuldu dışarıdan. Kalktı mutfağa gitti eline bir bardak su alıp kendini balkona attı. İstanbul’da buz gibi bir hava vardı. Bu kâbusların sebebini anlayabiliyordu aslında az çok. Dünyayı saran salgın nedeniyle ekonomik kriz patlak vermiş, bu yüzden birçok iş yeri ya kapanmış, ya da eleman çıkarmak zorunda kalmıştı. Patronu da bu konuyu sık sık dillendirmeye başlamıştı. Eşine belli etmemeye çalışıyordu ama Emre topun ağzındaydı. İşe başlayalı beş ay olmasına rağmen patronu daha sigortasını yapmamıştı. Güç bela bulduğu işini kaybetme korkusuyla, sigortasını bir türlü başlatmayan patronuna da sesini çıkaramıyordu. Bir ara söyleyecek olduysa da patronu konuyu değiştirmiş, geçiştirmişti Emre’yi. “ Memnun değilsen kapı orada” deyivermişti. Eğer işten çıkarırlarsa, başka yerde iş bulması da imkânsızdı bu dönemde. Çocuklarını, eşini düşündü, ne yaparlardı işsiz kalırsa. Eşi “şu sigortanı yaptır, kapının önüne koyarlarsa bir hak iddia edemezsin” diye kendisini uyardıysa da şimdilik bu konuda elinden bir şey gelmiyordu.

Eşiyle vedalaşıp çocuklar uyurken sabah erkenden çıktı yola. Trafikten dolayı atölyeye geç kalmıştı biraz. Patrondan yiyeceği fırçayı düşünerek girdi atölyeye ama ne patronu gördü ne de fırça yedi. Güne güzel başladık diye düşünürken arkadaşlarının üzerinde bir gariplik olduğunu sezdi. Etrafına baktığında gördü ki, iki arkadaşının çalışma masası boştu. Aslında onların durumu da kendisininkine benziyordu. Korktu biraz “inşallah düşündüğüm şey değildir” diye geçirdi içinden. Sonra işe koyuldu. Öğlene doğru, baktı olumsuz bir durum yok, rahatladı biraz, tam kendisiyle alakalı bir plan olmadığını düşünürken, arkasından yaklaşan sekreterin uzattığı zarfla irkildi bir anda. O an “işte ölüm fermanım ” diye düşündü. Elinde zarfla kalakaldı Emre, açıp bakamadı bir türlü içine. Çevresine baktığında gördü ki arkadaşları da durumun farkında ama “yapacak bir şey yok, üzgünüz” dercesine gözlerini kaçırıyorlar. Ve açtı zarfı nefesini tutarak. Sadece iki cümle; “Salgından dolayı ekonomik kriz yaşadığımızdan, artık sizinle çalışmayı düşünmüyoruz. Teşekkür ederiz.” Bir insanı işten çıkarmak bu kadar basit miydi? Ekmeğiyle oynamak, bir anda kapının önüne koymak. Resmiyette zaten çalışıyor görünmüyordu, demek ki basitti işte. Ne yapacaktı, şimdi nereye gidecekti. Nefesi daraldı, kalbi sıkıştı; rüyasında gördüğü o adam gerçekten boğazına çökmüş gibi hissetti. Arkadaşları, bir iki teselli cümlesi söylemeye yeltenseler de duymadı bile dediklerini. Aldı ceketini çıktı dışarı. Nereye gideceğini bilmeden yürüyordu İstanbul’un tenha caddelerinde. “Evde kal” çağrılarına vatandaşlar uymuş caddeler, sokaklar bomboş kalmıştı.  Polis arabalarından sürekli “sizin ve sevdiklerinizin sağlığı için evde kalın”  anonsları duyuluyordu.  Dışarıda boş boş gezinenleri de eve göndermeye çalışıyorlardı haklı olarak. Ama işte herkes keyfinden gezinmiyordu dışarda. Ne yapacağım diye düşündü Emre, çok az bir para biriktirebilmişti o da bir iki ay ancak yeter diye düşündü. Kira, faturalar, mutfak masrafları aklına gelince kalbi iyice daraldı.  En zoru da bu durumu eşine söylemekti. Eşi “ben sana demiştim” diyecek kesin, bir araba laf sayacaktı. Yürümeye devam ederken her gün yaptığı gibi eşine telefondan mesaj gönderdi “akşama alınacak bir şey var mı? “ cevap geldi iki dakika sonra “iki ekmek, yoğurt, çocuklara gofret ve süt”

Mesajı okuyunca bir anda durdu Emre kaldırımın ortasında. Sesli bir şekilde kendi kendine tekrar etti: “çocuklara gofret ve süt”. Çocuklar. Oradaydılar işte. Gözünün önüne geldi çocukları.  Ne yapacaktı onlar. Hiçbir şeyden haberleri yoktu. Her şey oyundu onlar için.  Salgın, hastalık, işsizlik… Bu konular büyüklerin derdiydi nasıl olsa. Gofreti şekeri gördüler mi onlardan mutlusu yoktu. Bunları düşünürken dayanamadı, sıktı kendini ama engel olamadı gözyaşlarına. Ağladı sessizce uzun bir süre.

Ve çöktü kaldırımın kenarına.

Polis arabası geçerken “haydi eve” dedi polis.

“Gidemem” dedi.

Karşısındaki reklam panosunda “evde kal” yazıyordu

“Kalamam” dedi içinden. Gidesi gelmiyordu eve.

“Allah’ım! Ben ne yapacağım şimdi” dedi.

Tam o esnada karşı caddedeki camide ikindi ezanı okunmaya başlamıştı: “Allahuekber Allahuekber”

 “Allah büyüktür” dedi. Ama tam manasıyla inanarak söyleyemedi. Ne söylediğinin, nasıl davrandığının pek de farkında olmadığı da belliydi. Aslında bir nevi şoka girmişti. Zihni açıktı ama sağlıklı düşünemiyordu. Şu anda ona göre her şeyin sonu gelmişti. “Bittim ben” diye düşündü.

Boş caddelerde yürüyerek akşamı etti ve o günkü mesaiyi bitirdi Emre. Akşam eşine söyleyeceği sözleri kafasında toparlamaya çalışırken bir yandan da yiyeceği fırçayı düşünüyordu. Zor zamanlarda her zaman Emre’nin yanında olduğunu hissettirirdi eşi ama bu sefer durum biraz karışıktı.  Artık yavaştan eve gitme vaktinin geldiğini anlayınca, yol üzerinde bir markete uğrayarak siparişleri aldı ve belediye otobüsüne binerek gitti evine. Eve geldiğinde her şey normaldi. Eşi kapıda karşıladı Emre’yi. Çocuklar da atıldılar babalarının boynuna coşkuyla. Çok özlemişlerdi babalarını Enes ve Mete. Enes 5 yaşında, Mete 3. İkisi de çok zeki, çok akıllı, pırlanta gibi çocuklar. Sırf bu çocuklar için sağlam durmalı, dik durmalıydı. Sonuçta hayat devam ediyor diye düşündü. Akşam yemeği yenirken kimseye bir şey belli etmedi Emre. Sonra çocuklarla oyun oynadılar her zaman ki gibi. Çocuklar akşama kadar babalarıyla oynayacakları oyunların hayallerini kuruyor, baş başa verip babalarını oyunlarda nasıl yeneceklerinin planlarını yapıyorlardı. Babalarıyla oyun oynamak tarif edilemez bir mutluluktu onlar için. Ve bu akşamda öyle oldu; neredeyse yorgunluktan bayılana kadar oyun oynadılar babalarıyla. Güreştiler, araba yarıştırdılar… Bir ara düşüncelere daldı Emre. Çocuklar seslense de duymadı. Enes babasının yüzündeki üzgün hali görünce, aklı yettiğince babasına üzgün olup olmadığını sordu. Babası da onu üzmemek için, sadece yorgun olduğunu söyleyerek sarıldı oğluna sıkıca. Enes’te ona sarıldı ve  “Eğer üzgün olduğunda dua edersen Allah seni duyarmış, üzülmemen için sana yardım edermiş” dedi. Sonra annesine dönüp, onay istercesine “ Değil mi anne?” diye sordu. Annesi başıyla “evet” anlamında onaylayınca tekrar oyuna daldı kardeşiyle. Belli ki annesi öğretmiş bunları. Bir müddet sonra yorgunluktan çocukların ikisi de sızdı oturma odasındaki kanepelerde. Emre çocukları odalarına götürüp yataklarına yatırdıktan sonra eşiyle konuşmanın zamanı geldiğini anladı. Hala mutfaktaydı kadıncağız. Yemekti bulaşıktı derken çıkamamıştı mutfaktan. Nihayet işler bitince oturma fırsatı buldular. Emre konuya nasıl gireceğini bilemedi. Nasıl başlasa nerden başlasa karar veremedi. Eşi sezmişti aslında durumu, her zaman anlardı. “Sen bana bir şey mi söyleyeceksin” diye sordu Emre’ye. Emre de eşinin bu sorusunu fırsat bilip anlattı olanı biteni. Hiçbir şey saklamadan tüm ayrıntılarıyla içini döktü. Eşi dinledi sakince, yüzünden üzüldüğü belli oluyordu “hayırlısı olsun bakalım” dedi samimiyetle. Üzülmemesini, bu işin de üstesinden beraber geleceklerini söyleyerek teskin etmeye çalıştı kocasını. Masaya iki bardak çay koyarken  “Allah can sağlığı versin” dedi. “Öyle” dedi Emre. En azından sağlıklıydılar bu salgın ortamında.

Eşiyle dertleşmek, olan biteni anlatmak iyi geldi Emre’ye. Zaten her zaman böyle olurdu. Canını sıkan bir şey olduğunda eşi ne yapar eder sözleriyle rahatlatırdı kendisini. Çaylarını yudumlarken bundan sonra ne yapacaklarını konuştular uzun uzun. “Bir yolunu buluruz” dedi eşi. Biriktirdikleri parayla geçinirlerdi ortalık sakinleşip Emre iş bulana kadar. Bir de Emre’nin kayınbabasının çevresi genişti. Ona da söylerler bir iş bakardı. O da kızacaktı şu sigortasız çalışma işine ama artık yapacak bir şey yoktu tabi.  Şu aşamada ülkede bir belirsizlik vardı zaten. Televizyondaki haberlere göre Emre yalnız değildi bu işten atılmalar konusunda. Bu konu devlet büyüklerinin de gündemine girmiş, işsiz kalanlar için çalışmalar yapılacağını söylüyorlardı. Bu haberleri duyunca umutlandı Emre. Belki yeni bir iş imkânı olur diye düşündü. Çalıştığı atölyede tekstil üzerine çalışıyordu ama şu an ne iş olursa yapmaya hazırdı. Kendisi için olmasa da çocukları için çalışmalıydı.

Eşi de yorgunluğa dayanamamış, uyumuştu birkaç saat önce. Çocuklar sabah erkenden uyanıyor, bu da evdeki hayatın çok erken saatlerde başlamasına neden oluyordu. Emre’nin uykusu yoktu tabi. “Çayı fazla kaçırdık herhalde” diye düşündü. Sonra bir kaç gündür gördüğü kâbuslar geldi aklına. O kadar gerçekçiydi ki rüyasında yaşadıkları; o kara giyimli yüzü olmayan adam aklına geldikçe hala ürperiyordu. ”Sonuçta bir rüyaydı ve geçti gitti” dedi içinden. Ama sanki her an karşısına çıkacakmış düşüncesi de kafasının bir köşesinde duruyordu sürekli. Saate baktı sabahın üçü olmuştu bile. Bugün gerçekten çok yorulmuştu. Yatağa usulca girdi kimseyi uyandırmadan. Hemen daldı uykuya. Kafasında bazı belirsizlikler olsa da, eşiyle konuşmak rahatlatmıştı onu ve inancını tazelemişti. Minik Enes’in de dediği gibi  “Allah bize yardım edecek” diyerek daldı uykuya. Sabah uyandığında saat dokuzu geçmişti. İşe geç kaldığını düşünerek telaşlandı önce. Sonra hatırladı zorunlu tatile çıktığını. İçerden çocukların sesi geliyordu. Çoktan uyanmışlardı tabi. Eşi her zamanki gibi mutfaktaki radyosunu açmış müzik eşliğinde kahvaltı hazırlıyordu.  Kızarmış patatesin kokusu Emre’nin uykusunu açmaya yetti. Eşi biliyordu tabi Emre’nin kahvaltıda en çok neyi sevdiğini. Tamamen açılmıştı uykusu. Gece rüyasında ne o yüzü olmayan adamı gördü, ne de başka bir şey. Gece rüya görüp görmediğinden bile emin değildi aslında. Tek bildiği, deliksiz bir uyku çektiğiydi. Aynı anda gittikçe yaklaşan ayak sesleri duydu odanın dışından. Avına sessizce yaklaşan aslanlar gibi babalarının uyanıp uyanmadığını kontrol için sessizce iki canavar yaklaşıyor odaya. Babalarının uyanık olduğunu görünce Enes atlıyor ilk önce babasının tepesine. Sonra Mete hücum ediyor öteki taraftan. Ve ikisini de kucakladığı gibi boğuşmalar, güreşmeler başlıyor. Ve nihayet mutfaktan beklenen çağrı geliyor: “hadi gelin kahvaltı hazır”. Çocuklar anında bırakıyorlar babalarını ve koşuyorlar mutfağa.

Son bir aydır süren belirsiz durumun etkisiyle bozulan psikolojisi, kimseye fark ettirmese de içten içe yaşadığı buhranlar sarsmıştı Emre’yi. Bu durum uyku düzenini altüst etmiş, bir de son zamanlarda gördüğü kâbuslar tamamen yıpranmasına sebep olmuştu. Ama bugün, uzun zaman sonra dinlenerek ve kafa rahatlığıyla uyandı Emre. Kendisine biraz garip gelse de rahatlamıştı manevi olarak. “Her işte bir hayır vardır” diye düşündü.  Şu an işsiz olsa da,  maddi olarak sıkıntı yaşayacak ta olsa; böyle bir aileye sahip olduğu için ve özellikle her zor durumda sürekli yanında olan vefakâr, halden anlayan bir eşi olduğu için şükretti Rabbine.

  Ve yine “Allah büyüktür” dedi “Allah büyük”…

  Ama bu sefer umutla ve tam manasıyla inanarak…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.