İRTİBATNAME

Yaratan ile yaratılan arasında irtibatların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Evrenin, bu arada dünyamızın Allah Teala ile irtibatı kurulursa bir imtihan salonu, bir misafirhane, bir mescit, bir güzel sanatlar galerisi, bir emanet mekân, bir ayetler mahşeri (sergisi), bir Kitabullah olarak karşımıza çıkar.
Ol Halik-i zülcelal vel kemal âlemi yaratmak ve yarattığında ekmeliyetini görmek ve göstermek istedi ve evreni yarattı. Evren onun tecellilerine ayna ve binbir mucizenin kaynaştığı güzel sanatlar galerisi oldu. Gören gözler için evren baştanbaşa güzellikler ve sanat harikalarıyla doludur.
Yüce kudret, şaheser bir varlık olarak insanı yaratmayı irade buyurdu. İnsan, bu güzel sanatlar galerisini, bu mucizeler meşherini seyredecek, idrak edecek, hayran kalacak ve sanatkârını arayacak. Vahiy rehberliğinde aklını ve vicdanını çalıştırarak arayacak. Arayacak, bulacak, anlayacak, hayran kalacak, teslim olacak ve bu minval üzere hayatını sürdürecek.
Evet, insan arzımızın ve evrenimizin mucizevî yapısını idrak ediyor, kemal ve cemale hayran kalıyor. Bütün bunların niçin yaratıldığını kendi kendine soruyor. Bu meydanlarda neci olduğunu, vazifesinin ne olduğunu merak ediyor. İnsanın bu merak eden, araştıran, idrak eden, hayran kalan yönü önce değer üstüne değer katıyor. Okuyucu olmasa kitap ne ifade eder? Yahut da okuyan anlamasa… Değerimiz, âlem kitabının okuyucusu ve Allah Teala’nın halifesi olmamızdan kaynaklanıyor.
İşte arzımız bu harika varlığa, insana misafirhane oluyor. İnsan da hem yolcu, hem de misafirliği müddetince Allah’ın vekilidir. Allah Teala namına bu mekânda icra-yı faaliyette bulunacak.
İnsan bu misafirhanede ağırlanıyor. Yolculuğu başlatan kudret, nice bir sıfatının tecellilerini, bu idrak sahibi varlığa göstermek için onu bu meydanlara sürdü. Yolcu, misafirhaneyi edep ve nezaket içinde hayran hayran seyredebilirse ‘Bu yollarda bu yerlerde ne işim var?’ sualini kemal-i ciddiyetle kendine sorabilirse, doğru cevabı bulup yaşayabilmek için dikkatli ve sabırlı davranırsa, gör ki, Halik-i zülcelal onu ne saraylara götürecektir. Zevali olmaya, sonu bulunmayan, ihtişam ve nimet dolu saraylara… Yaratma neymiş, insan orada görecektir.
“Ne yana bakarsan bak, yığın yığın nimet ve muhteşem bir saltanat görürsün.”
(İnsan suresi 76/20 )
Dünya misafirhanesinde, nice izzeti ikram ile ağırlansak da misafir olduğumuzu biliyoruz, günün birinde çekip gitmek zorunda olduğumuzu da. Belki de bunun için dudağımızda hüzünlü mısralar:
Gelen geçer, konan göçer
Nasip oldukça yer içer
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya
Misafir barındığı yere emek verse de gönül vermez.
“La uhibbül afilin/ Batanları (yok olup gidenleri) sevmem.” (En’am 6/76 )
İnsanın yaratılmış olduğunu bilmesi, Yaratanı ve yaratılış maksadını gündeme getirir. Dahası buradan nereye? sorusu çok önemli bir soru olarak doğar insanın zihnine.
Öteler olmasa, ahiret bilinmese hayat boşuna bir yorgunluğa dönüşür. Daha yüksek bir değer uğruna yaşanmayan hayat kıymetini ve anlamını kaybeder. Bunca zorluğa niçin katlanıyorum? sorusu cevapsız kalır. Ölüm ve ötesi bir faciadır artık. Boş vermişlik bir çareymiş gibi görünüyor ama heyhat! İnsan fıtratı içinde diğer canlılar gibi bir hayat yaşamak mümkün değildir. Çünkü endişeler, kaygılar, acılar insanın peşini bırakmaz. Gâm u kasvet gelir boydan aşar.
İrtibatlar önemli…
Arzımızı yaratıcı Kudret ile bağlantılı olarak ele alınca Allah Teala’nın yazdığı bir kitap ile karşılaşıyoruz. “Hangi harfini yoklasan mânâsı hep Allah çıkıyor.” İnsan bu kitabım meraklı ve sabırlı bir okuyucusu. Ömürler boyu okur, okur, okur… Kitaptan kâtibe geçer durur… Derken esrarengiz bir âlemde olduğunun farkına varır. Hislenir, hislenir, hislenir. Âlem üzerinde yoğunlaşan bu dikkat, bu hayranlık rıza-yı ilâhîyi celbeder.
İnsan Allah Teala’nın vekilidir. Vekil, emin ve ehil olmalı, vekâlet ettiğinin yerini bir dereceye kadar tutabilmeli. Aksi takdirde, vekâlet işi ifa edilemeyecektir. Vekâlet insana, dağların bile çekemeyeceği kadar ağır sorumluluklar yüklüyor ve de paha biçilmez bir değer kazandırıyor. Aslolan bu sorumluluk ve değerin farkında olabilmektir. Vekil, asıla hürmet duyacak, iradesine râm olacak mıdır? Cümle emanete onu hoşnut edecek şekilde davranacak mıdır? Malikül mülkün müşahedesi altında olduğunu hep hatırlayacak mıdır? İşin içinde zalimlere, tağutlara kulluğa soyunmak da var. Bir ihtimal daha var; heva ve heveslerine kulluk.
İşte insan, bu meydanlarda bu suallerle imtihan olunmaktadır.
Âlemi, Yüce kudret ile irtibatlı olarak düşünmeye devam ediyoruz:
Âlem hem bize, hem diğer mevcudata mescit kılınmıştır. Her bir varlığın kendi lisanınca bir tesbihi, bir tahmidi var, bir şuuru var… (İsra 17/44) Hal böyle olunca, mescit adabı ruy-i zemin (yeryüzü) için de geçerlidir. Bu anlayıştan kâmil mânâda bir çevre bilinci doğacaktır.
Maddî ve manevî imkânlarımız da Allah Teala’dan bağımsız olarak ele alınmamalıdır. Bize emanet edilen her ne varsa, cümlesine muamelemiz, mülkün gerçek sahibinin iradesi doğrultusunda olacaktır. Bu kalitesi yüksek bir hayat demektir.
İrtibatlar kopacak olursa mânâsızlık, hedefsizlik, bezginlik, azgınlık, bunalım alır başını gider. Şevket ve şöhret bir köşeye oturur. Akıl onların hizmetkârı, gönül de ağıtçısı olur. Heyhat, bu tablodan saadet çıkmaz. Çıksa çıksa sefalet çıkar.
Evren mi dediniz?
Uçsuz bucaksız bir boşlukta, mânâsız dev galaksiler, serseri ve başıboş gezegenler. Kör, sağır, dilsiz, hissiz bir mekân(arz). İnsanlar ve hayvanlar dünyasında ardı arası kesilmez kanlı boğuşmalar. Gücü yeten yetene, öldüren öldürene: Koyun otun, kurt koyunun, sırtlan kurdun, insan sırtlanın canına kıyar. Ve insan diğer insanın.
Hayat mânâsız bir yorgunluk. Ne çektiğimiz acıları paylaşan var, ne elimizden tutan, ne de sonsuzluklara dair ümidimiz. Ölüm mü? “Karanlık bir boşluğa atlamak.”
Nelere sahipsek cümlesi bencil duygularımızın tatminine feda olsun. Başkaları mı? Canı cehenneme. Kin ve gerginlik dolu, kasıntı insanlar. Sonu gelmez bir tüketim hırsı. Bedensel hazlar içinde eriyip gitmeler. “Sahip olamadım”, diye kahrolup, intihar sularına sürüklenmeler. Kanaat sizlere ömür.
Kadını, kişilik ve bilgelik safhalarını unutturup dişiliği ile ilahlaştırmalar. Cinselliğin sürüp giden istismarı. Buyurun, size Allah heyecanı yerine kadın heyecanı verelim. Ulvîlik sizin neyinize.
İnsanı geliştirmek için değil, köleleştirmek için inceden inceye ayar edilmiş sistemler. “Güç bende, dünya benden sorulur” deyip eğlenmeler, önüne geleni öldürmeler, ezip geçmeler… Say sayabildiğin kadar. Harcanmışlığın bini bir parça.
İşte bu. Metafiziği yok saymanın âlemi getirdiği nokta bu. Ne yana gidersen git(gerçi gidecek bir yanda yok ya), yollar boşluğa, hayat saçmalığa açılıyor. Ufuklar daraldı, umutlar budandı, insan yine perişan, yine perişan dostum. Yine başı önünde, elleri cebinde, gözlerinde binbir endişe… İçkiye mi sığınmalı, uyuşturucuya mı, derbederliğe mi? Yoksa intihar sularında mı rahatlamalı?
Yetmiyor dostum, metafizikten soyutlanmış bir dünya insana yetmiyor. Sonsuzluk için yaratılmış ruh sonlu ve sınırlı ile avunamıyor. Heva ve hevesini ilah edinenlere kula kulluktan öte uyku olmayanlara bunu nasıl anlatmalı? Bir neslin karanlıklara gömülüp gitmesine seyirci mi kalınmalı?
İnsaf ve vicdan ehli, elini çabuk tutmazsa, yarın çok geç olabilir.
Ne demiş adam; “Din, vicdansız bir dünyanın vicdanı, şuursuz bir dünyanın şuuru.” Hayır efendim, biraz eksik oldu: Din, vicdanlı bir dünyanın vicdanı, şuurlu bir dünyanın şuuru. Din, sadece uyuyan şuur ve vicdanları uyandırmıştır, o kadar. Şuur ve vicdan, potansiyel olarak fıtratta zaten vardı. Din, o sistemin adıdır ki saadet-i dareyn ondan doğar.
Âlem kör, sağır, dilsiz, hissiz değildir.
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah’a duyduğu derin saygıdan dolayı yukarıdan aşağıya yuvarlanır.” (Bakara 2/74)
Musa’nın ölümüne yerler, gökler ağlar. (Duhan 44/29)
Dağ müminleri sever. Buyurdular ki üstadımız kutlu:
‘Ahiret var, ümit var.’
Ağzına sağlık üstadım. Kalbine ve kalemine kuvvet. Kitabın taa orta yerinden konuşmak buna derler. Ahireti yok saydığımızda, hangi dil gönlümüze söz dinletebilecektir?
Evet, irtibatlar koptuğunda insanda ki basiret perdeleniyor, vicdanî hassasiyet zayıflıyor, âlemdeki şuur fark edilemez oluyor.
Velhasıl, evrenin, yeryüzünün, insanın, hayatın, Allah ile bağlantısı kurulduğunda, bir küllî irade dâhilinde hayatını yaşayıp vazifesini yapan bir dünya dolusu varlık karşımıza çıktığı halde; bağlantı koptuğunda mânâsızlıklar, basitlikler, boşuna yorgunluklar, kaygılar, endişeler, neticesi olmayan acılar ömürleri baştan sona dolduruyor. İşin bir de ahiret boyutu var ki, onu ne sen sor ne de ben söyleyeyim.
İşte bu noktada imanın ne büyük lütuf, inkârın ne büyük facia olduğu bir dereceye kadar ayan oldu sanıyorum.