İnsana Yüklenen İlahî Misyon Muslih İnsan Olmak

İnsanın yaratılışının başlangıcında Meleklerin: “Rabbimiz yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın?” sorusuna Yüce Rabbimizin “Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri ben biliyorum” cevabını vermesi, insandan beklenen misyonun ifsad (bozgunculuk) değil, ıslah olduğunun bir beyanıdır. Diğer bir ifadeyle insanın “Müfsid” değil “Muslih İnsan” olmasıdır.
Mütercim Âsım Efendi “Islâh” kelimesine şu manayı verir: “Bir nesneyi iyi ve sâlih kılmak (yani işe yarar hale getirmek, düzeltmek, sıhhatli bir kıvama eriştirmek) demektir. Bir şeyi başlangıçta yaparken sağlam ve en güzel kıvamda yapmak anlamında kullanıldığı gibi, bozulan bir şeyi daha sonra onarmak suretiyle düzgün hale getirmenin adı da ıslahtır. Bu ameliyeyi gerçekleştirene de “Muslih İnsan” tabir olunur. Bunun zıddı “ifsâd”dır ki, sıhhatli bir yapıyı bozmak anlamındadır. Böylesi işler yapana da “Müfsid İnsan” denir.
Bir ismi şerifi de “el-Hakîm” olan Yüce Mevlâmız, yarattığı tüm varlığı en güzel kıvamda belli bir ölçü ve nizam içinde yaratmış ve insana da bu “mizanı (ilâhî nizam ve dengeyi) bozmama” vazifesi vermiştir[1]. Yere, göğe, fıtrata ve tüm varlığın özüne yerleştirilen bu hassas terazinin korunması için de insanın öz benliğine yerleştirilen istidat, idrak, vicdan ve kalp gibi nimetlerin yanı sıra, peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle de yeryüzünü ıslah ve imar kılavuzları lütfetmiştir.
Hakk’ın muradı, yeryüzüne “sâlih kulların mirasçı olması”dır[2]. Zira ıslah ancak sâlih kullar eliyle olabilecektir. Bu kullar, hem güzel ve sağlam işler yapacak ve hem de bozulanı ıslah ve tamir etmek suretiyle ilâhî nizamı sıhhatli bir şekilde devam ettireceklerdir. Fıtrat böylece korunacaktır. İnsan hem fikrî düzeyde, hem duygular alanında ve hem de yapıp ettiklerinde ilahi ölçüler içinde en güzel kıvamını koruyup geliştirebilecek ve tüm varlık da yaratılış maksadı çerçevesinde vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirebilecektir.
Ne var ki sâlih kulların yeterince olmaması ya da yeterli düzeyde bulunmaması söz konusu olduğu zaman ve mekânlarda, yeryüzünde düzen bozulmuş, yerde ve gökte fesat zuhur etmiştir[3]. Hatta denilebilir ki “sâlih kullar”, toplumun ıslahını gündemine alan “muslih kimseler” olamadıkları dönemlerde de fesadın önüne geçilememiş ve helâk ve çürüme yine kaçınılmaz bir son olmuştur. Öyleyse sâlihlerden olmak, ferdî kurtuluş için nispeten yeterli olsa bile, toplumların ve beldelerin helakten kurtuluşu, ancak bünyelerinde bulunan muslihler sayesinde gerçekleşebilecektir. Âyet-i kerimede bu hakikate şöyle işaret edilir:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ
“Senin Rabbin, ahalisi muslih kimseler iken (yani hem nefislerini, hem birbirlerini ıslah edip dururlarken) o memleketleri haksız yere helak edecek değildir!” (Hûd, 117)
Salih insan, muslih insan olmaya yönelmeyecek olursa yani iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmak gibi bir vazifeyi ihmal ederse, kendisi de sonuçta zarar görenlerden olabilecektir. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bunu bir misalle şöyle anlatır:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmına geminin üst katı, bir kısmına da alt katına düşmüştü. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
“-Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katta oturanlara eziyet vermeyiz” dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket, 6; Şehâdât, 30. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 12)
Öyleyse toplumları helâk olmaktan kurtaran muslihler kimlerdir ve ne gibi vasıflara sahiptirler? Muslihlerden olmak nasıl mümkün olabilir?
Esasen muslihlerin en güzel numuneleri olarak Yüce Rabbimiz, bütün insanlığın önüne peygamberlerini takdim etmiştir. Zira onlar, vazifeleri ıslâh olan seçilmiş kullardır. Binaenaleyh her bir peygamberin şahsiyet özellikleri, davranış modelleri, tavır ve duruşları bize Rabbin razı olduğu muslih kulların temel çizgilerini beyan eder niteliktedir. Bu yönüyle, bütün peygamberler mü’min ve müslüman öncüler olduğu gibi aynı zamanda ıslah öncüleridir de.
Bunlardan ayrı olarak Kur’ân-ı Kerim’de kimlerin “müfsid”, kimlerin ise “muslih” olduğuna işaret eden çok sayıda âyet-i kerimeden bahsetmek mümkündür. Biz burada bunlardan bir kısmına işaret etmek istiyoruz:
Bakara sûresinin ilk âyetlerinde zikredilen ve gerçek müfsidlerin kimler olduğunu apaçık ortaya koyan şu âyetlere bir bakalım. Söz konusu âyetler aynı zamanda muslih kulların temel özelliklerine de işâret etmektedir:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları halde Allah’a ve ahiret gününe inandık derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, Biz ancak ıslah edici muslihleriz derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların (müfsidlerin) ta kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara, 8-12)
Müfsid (yani bozguncu, ilâhî nizamı bozan, yeri göğü fesada veren) insan, Allah ile sıhhatli bir bağ kuramayan insandır. Bağrında imansız bir yürek taşır. Âhiret endişesi taşımaz. İkiyüzlüdür. Sadakatten ve dürüstlükten mahrumdur. Hilekârdır. İnsanları aldatma üzerine kurulu bir hayat anlayışına sahiptir. Yüreği hastadır. Özü çürümüş, insanî cevherini zedelemiştir. Yalan söylemeyi, hak ve hakikati yalanlamayı meslek edinmiştir. Bu vasıfları kendisinde toplaması sebebiyle fesadın üretim odağı hâline gelmiş ve bu yönüyle tam bir “müfsid insan” vasfını hak etmiştir.
“Muslih insan”lar ise yukarıdaki vasıfların tam aksini kendisinde toplayan bahtiyarlardır. Şöyle ki onlar:
- Allah’a kavi bir imanla bağlıdırlar. İmanlarındaki kuvvet kadar ıslaha namzettirler. Zira ıslah, Hakk’ın yardımı olmadan asla hayat bulmaz. Hakk’ın yardım ve inayeti de iman temeli olmadan tahakkuk etmez. Ayrıca ıslah yolunun gereği olan sabır, sebat ve cesaret ehli olmak, yorulmamak, yılmamak, yıkılmamak, aşk, şevk ve ümidi daima korumak, fedakâr ve adanmış bir ruha sahip olmak gibi daha nice güzel vasıflar imandan neş’et eder. Hesabî değil, hasbî olmak da ancak imanla kaimdir. Muslih insan beklentisi yalnız Hak’tan olan adamdır. Bu yönüyle o, kimsenin lütfuna talip olmadığından Hak’tan gayri kimsenin esiri ve kulu değildir. Böyle olduğu için de etkin insandır.
- Âhirete yakinen iman etmişlerdir. Fani hayatı yegâne hedef hâline getirmezler. Dünya ile aldatılmaz ve satın alınamazlar. Dünyayı âhiretin sermayesi hâline getirmesini bilirler. Yüreklerindeki kıyamet aşısı, onları mesuliyet sahibi yapar. Hakk’ın huzurunda mahcup olacak bir konuma düşmekten korkarlar. Cennet ve cehennemi âdetâ görerek yaşarlar.
- Kalplerinin sıhhatine çok önem verir, hastalık virüsü kapmaması için azami gayret gösterirler. Zira bilirler ki, kalp hasta ve bozuk olursa hiçbir işleri salih olamayacağı gibi muslih insan olmaları da imkânsızdır. İnsanın kalitesi, kalbinin kıvamıyla doğru orantılıdır. Kalp nazargâh-ı ilâhîdir. Kalbini temel gündemi yapmayan bir kimseden ne sâlih bir insan olur, ne de muslih bir şahsiyet çıkar. Çünkü kalp, insanın Hak katındaki şeref ve haysiyetini belirleyen; iman, takvâ, haşyetullah, muhabbetullah, zikrullah, marifetullah gibi ulvî değerlerin mahallidir. İdrâk, basiret, firâset, tefekkür, tefakkuh (anlama), tezekkür (öğüt ve ibret alma) ve akletme merkezidir. Kulluğun yüksek bir burcu olan “ihsan kıvamı”nın hissedildiği insani cevherdir. Bütün amellerin salah ve fesadını belirleyen niyetin menbaıdır. Öyleyse böylesine değerli bir insanî hakikatin hastalanmaması adına son derece hassasiyet göstermek, muslih insanın en temel vazifelerinden biridir.
Bu gayenin tahakkuku adına, kalbi hasta kılacak her çeşit günahtan uzak durmak gerektiği gibi hiçbir meşgalenin onu Hak’tan gafil kılacak seviyede olmamasına da dikkat etmek gerekecektir. Her ihtimale karşı hastalanma emareleri görülsün ya da görülmesin, bir taraftan sürekli istiğfar halinde bulunmaya gayret edilirken, diğer taraftan da kalbi besleyecek zikir, tefekkür ve murakabe gibi manevi gıdalarla diri ve kuvvetli olmasına da azami gayret gösterilecektir. Zira muslih insan için gerekli olan firâset, basiret, idrak, ilim, hikmet, ilham, himmet ve gayret enerjisinin pınarı gönül cevheridir. Bu itibarla gönlünü ihmal edenden muslih insan çıkmaz.
İradenin mahalli kalptir. Islah için ise iradenin sıhhati şarttır. Şu âyet-i kerime, ıslah yolunda ilâhî yardım ve inayetin, iradenin sıhhatine ikram edildiğinin en açık bir delilidir:
“Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf karı kocanın arasını ıslah etmeyi (düzeltip barıştırmayı ciddi olarak) isterlerse (iradelerini bu yönde kullanırlarsa), Allah da onları muvaffak kılar.” (Nisâ, 35)
Kalbi hastalıklı olandan sıhhatli irade çıkmayacağından, böylesinin elinden ıslah da mümkün olmaz.
- Sıdk u sadakat en bariz vasıflarından biridir. Yalan, şuur ve idrâk melekesini dumura uğratan bir kişilik zehridir. Hak ve batılı ayırt etme melekesi, yalancılarda işlemez hale gelir. Hatta yanlış algılamalar başlar. Hakkı batıl, batılı da hak olarak görürler. Muslih kimseler asla çift kişilik sergilemezler; tam aksine bütüncül bir şahsiyetleri vardır. Özlerinde ne varsa sözlerinde ve hallerinde de o görülür. Bu yönüyle samimi ve ihlâs ehlidirler. Bu gibi kimseleri Allah sever ve kullarına da sevdirir. Uzun vadede kazanan daima böyleleri olur. Yalan ve aldatma kısa vadede kazanç getirir gibi olsa da uzun vadede daima kayıp vesilesidir. Güvenilirlik (eminlik) sadakatin aziz bir meyvesidir. Güvenilmez kişilikler, hiçbir zaman muslih insan olamazlar.
- Muslih insan mütevazidir, iddiadan uzaktır, Hakk’a karşı haddini ve edebini bilen kimsedir. Ne adına olursa olsun nefsâniyet ve benlik iddiası, “muslih insan” olmanın değil “müfsid insan” olmanın açık bir nişanıdır. Güç ve kudreti kendine nispet eden kimsenin nefsinde ubûdiyyet (kulluk) itirafı değil, ulûhiyyet (ilahlık) iddiası var demektir. Böyleleri hiçbir zaman muslih insan olma liyakatine erişemezler. İnsanın kemâlâtı arttıkça tevazu ve mahviyeti artar. Nâkıslık nispetinde de kibir ve gurur hastalığı ortaya çıkar. Kendini aradan çıkaran, Hakk’ın kendisiyle iş gördüğü şerefli bir elçiye dönüşür ki böylesi ıslah insanı ve Allah eridir. Kendi nefsini öne çıkaran kimse ise şeytanın âletine dönüşür ki, böyleleri de ifsad insanı ve şeytan askeridir. Muslih bir insanın ıslaha bakışı Şuayb aleyhisselam’ın dilinden Kur’ân-ı Kerim’de şöyle nazara verilir:
“Şu’ayb, şöyle dedi: Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızık vermişse! Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) ıslah etmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardım ve tevfiki iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hûd, 88)
Evet, muslih insan, kendi üzerine düşen vazifeyi yaptıktan sonra neticeyi Yüce Allah’a bırakan ve O’na teslim olan insandır.
Netice olarak muslih insan, yeryüzünde Allah’ı unutmadan O’nun adına iş gören, imar, inşa, ihya ve ülfet eridir. Kendi iradesini Hakk’ın iradesinde eriten kimsedir. Bağları koparan değil birleştirendir. Hakk’ın rızasını kendisine mihver edinmiş ve tüm varlığın nizamını hayretle seyreden, koruyan ve kollayan insandır. Güzeli inşa eden ve bozulanı ıslah edendir.
[1] Rahman Sûresi, 7.
[2] Enbiyâ Sûresi, 105.
[3] Rum Sûresi, 41.