İMBİK- Zeliha Aba (Zalaba )

İMBİK- Zeliha Aba (Zalaba )

Zar zor yetiştim cenaze namazına. Öğleye kadar ders vardı. Sabah okula hazırlanırken Bünyamin abi arayıp annesinin vefat haberini vermişti. Kendi kendine vefat etmiş Zalaba. Yalnız ve Allah’tan başka kimseye muhtaç olmadan. Son üç yılını yaşadığı apartman dairesinde kalp krizi geçirip rabbine kavuşmuş. Öğle namazından sonra camiden çıktık. Somuncu Baba Külliyesi’nin musalla taşlarında o gün üç cenaze vardı. Namazdan sonra muhtemelen doksan yaşlarında olan Zalaba’yı omuzlarına alan bir kısım cemaat sakin adımlarla onu ebedi istiratgâhına götürdü.

Defin sonrası aklıma gelen ilk şey; sıradan hayatlar yaşamış gibi gözüken, lakin kendisi hiç de sıradan olmayan bir hanımanne ile yirmi dört yıldır yaşamış olduğum kapı komşuluğunun da sona erdiği gerçeği idi. Ailecek samimiyetimize hiçbir sınırlama getirmeden kapı komşumuzla içli dışlı olduk. Bu durumlarda insanı etkileyen en önemli şey doğallık ve saflıktır. Nerede bir saflık fark ederse insan, orada kendini salıverir. Zalaba da bizim için öyle oldu. İçindeki ile dışındaki arasında gram fark olmayan bir büyüğümüz gibiydi bizim için. Bizde yemek yedi ise düşüncelerini aktarırdı. Beğenirse takdir eder; beğenmezse de bunu ifade etmekten çekinmezdi. “Pilavın diri, salatan iri olmuş” derdi mesela. Bu sebepten eşim zaman zaman Zalaba benim kaynanam gibi derdi. Konuşmalarında argo kullanmaktan çekinmezdi. Çünkü öyle öğrenmişti. Biraz kısa boylu bir arkadaşım benimle buluşmak için bize uğramış, Zalaba’nın kapı zilini takmak için karşıda olduğumu öğrenince yanımıza gelmişti. Burada arkadaşı gören Zalaba daha sonra “Hoca bu … yere yakını nereden buldun?” diye sansürsüz bir cümle kullanmıştı.

Annesinden, yakınlarından öğrendiği kadarı ile iffetine düşkün bir kadındı. Aç olduğu halde oğlu mesabesinde olmama rağmen, yanımda asla sofraya oturup yemek yemezdi. Bunu bildiğim için atıştırıp yan odaya geçerdim. Çay ikramı olduğunda sadece bir bardak içerdi. Bayramlarda yeni elbise giymeye gayret ederdi. Nasıl oldu ise bir kere o’nu yeni elbiseler içinde görüp dayanamayarak “Zalaba, çok yakışmış, gençleşmişsin maşallah” demiştim, utanıp sıkılmıştı. Yüzü kızarmıştı.

Ben sevdiğim için sık sık kendi tabiri ile “aş çorbası” getirirdi. Gerçekten çok lezzetli olurdu pişirdiği çorba. Kış günlerinde sobada patates pişirip benim okuldan gelmemi bekler, arabayı park ettiğimi görünce yanıma gelip soğumasın diye gazeteye sardığı patatesleri bana teslim ederdi.

Ailecek onun ev işlerine yardım etmekten zevk alırdık. O da bunu karşılıksız bırakmaz, bizim bir takım işlerimize yardım ederdi. Yalnız yaşadığı için bilhassa kış akşamları misafirimiz olurdu. Rahatsızlandığı zamanlarda bizim kızların ranzasında istirahat eder, sabah namazı ile kalkıp kahvaltıya kalmadan hemen evine geçerdi. Bu gibi tavırlar o’nun muhtaç olsa bile gururundan vazgeçmeyeceğini gösteren tezahürler idi.

Bahçe dışındaki iğdeyi taşlayanlar hariç çocukları çok severdi. Bahçesine girmek isteyen ya da iğde kopartmaya çalışan çocuklara sesinin en yüksek tonu ile bağırarak onları kovalamaya çalışırdı. Bu esnada mahallede bir kavga çıktığı zehabına kapılabilirdiniz. Bir süre bizim üst komşumuz olmuş olan Sedat’ın altı ve sekiz yaşlarındaki iki oğlu Zalaba ile kahvaltıda beraber olmayı çok sevdiler. O’nun babaanne tavırlarına alıştılar. Sık sık kahvaltıya gelmesi için annelerine ısrar edip ağladıkları oldu. Bu durum onlar mahalleden taşınıncaya kadar devam etti. Bizim çocuklar daha uzun süre Zalaba ile içli dışlı olduklarından hepsine ayrı bir muhabbeti oluşmuştu. Üniversite tahsili için şehir dışına giden çocuklarımızı sık sık bizden sorardı. Çocukların isimlerini tek tek anarak, örneğin “Zeynep nasıl hoca, iyice ösedim” şeklinde bir cümle kurardı. (ösemek, özlemek anlamına gelen Aksaray halk dili kelimelerindendir) Tatillerde çocuklar Zalaba’yı ziyaret ederler; o da okullarına dönerlerken onları uğurlamaya mutlaka gelirdi.

Zaman zaman gelenekten kaynaklanan haksız itirazları ve kimi hataları o’nun saflığına zerre miktarı halel getirmemişti. Birisinde kurban bayramı öncesi kendisine aldığımız kurbanlık koyunu bizim boş dükkâna bırakmıştık. Mevsim kış idi. Hayvan açık alanda barınamazdı. Tabi koyunu bir yere bağlamadan dükkânın içine salıverdiğimiz için hoplayıp zıplarken büyük bir tabaka camı kırdı. Zalaba hiç itiraz etmeden “Hoca, camın parasını öderim ”dedi. Lakin camı taktırıp borcunu söylediğimde -sanki bana güvenmiyor gibi- pahalı olduğunu üç dört gün tekrar ettikten sonra istemeye istemeye ödeme yaptı. Kendine göre haklı idi. Yaşadığı hayat boyu yoksulluk kendisine paranın kıymetini bilmeyi öğretmişti.

Zalaba ile yaşadığımız şu ilginç olayı hiç unutamam:

İş dönüşü evde dinlenirken kapı zili çaldı. Balkona çıkıp ana kapıya bakınca zile basanın Zalaba olduğunu gördüm. “Hoca tulumba vurduruyorum, acık yardım et” dedi. (Tulumba vurdurmak tabiri Aksaray civarında 9-15 metre uzunluğundaki kalın ve yuvarlak demir borunun el yordamı ile yere gömülmesi neticesinde suyun yukarı çıkartılmasını sağlayacak bir eylem için kullanılır.) Ben kabul edip bahçesine geçtim. Kenarda bir adam elinde mengene ile bekliyordu. -Anladım ki su tesisatçısı çağırmış.- Biraz sonra komşulardan telekomcu Hikmet abi de geldi.

Tesisatçı bizim ne yapacağımızı anlattı. Mengeneyi, ucu sivri, belli bir yere kadar delikleri olan demir boruya monte etti. Boruyu diktik. Mengenenin sağ tarafından ben tutarken, sol tarafından Hikmet abi tuttu. Sivri ucunu çimlere sabitledikten sonra mengeneyi yukardan aşağıya indirmeye başladık. Biz vurdukça her defasında demir boru beş santim falan yere giriyordu. Tesisatçı her vuruştan sonra “vurun, vurun!” diye bizi güdülüyordu. Yaklaşık bir, bir buçuk metre indikten sonra demir boru gitmemeye başladı. Biz mengeneyi yukarı çekip aşağı doğru hızlıca indiriyorduk. Lakin boru ilerlemiyordu. Sanki betona denk gelmişti. Tesisatçıya baktık. Bize “devam edin, devam edin, taşa denk gelmiştir, hızlı vurursanız pırtar” dedi. Daha hızlı vurmaya başladık. Birkaç hamleden sonra aniden ayaklarımızın altından kuvvetli bir su fışkırdı.

Aman Allah’ım! Neler oluyordu! Dokuz metreden su çıkacağını biliyorduk ama bir buçuk metreden su çıktığına ilk defa şahit oluyorduk. Biraz bocalamadan sonra belediye şebeke borusuna ulaşıp, plastik boruyu patlattığımızı anlamakta gecikmedik. (Rahmetli Çapan amca bahçeye ihata duvarı yaparken kendi bahçe sınırını bir metre aştığından, yolda kalması gereken su boru hattını da kendi bahçesi içerisine dâhil etmişti. Olaydan yıllarca sonra Zalaba’nın oğlu Sefa bu yanlışlığı düzeltti.) Boruyu bir kenara bıraktık, telaşlandık. Bağrışmalar nedeni ile mahalleli de seyir için bahçe duvarının etrafında toplanmaya başladı. Oralar bir anda düğün yerine döndü. Duvardan sarkarak suyun hızla bahçeyi doldurmasını seyretmek zevk veriyordu insanlara.

Başka bir mahallede oturmakta olan Zalaba’nın oğlu Sefa’ya haber edildi. Bir komşu da belediye fen işlerini aradı. Bu arada açık olan pencereden akan suyla bodrum katındaki kömürlük dolmuştu. Zaten çok büyük olmayan bahçedeki su seviyesi de yükselmeye yüz tuttu. Herkes bir şey söylüyordu. Zalaba da bağırarak sağa sola bizle beraber koşturuyor, lakin fışkıran suyu durdurmaya gücü yetmiyordu. Su böylece akmaya bir süre devam etti. Derken fışkıran suyun akış hızı azalmaya başladı. Sevindik. Sonra iyice kesildi. -Anlaşılan belediye yetkilileri yakın istasyondan bizim mahalleye gelen su vanasını kapatmıştı- Bahçedeki su çekilirken her taraf çamur oldu.

Kenarda bir taşın üzerinde şaşkın şaşkın soluklanmakta olan Zalaba “Ebee, belediyeciler geliyor.” diyen -olay nedeni ile oraya gelmiş olan- torununun sesi ile irkildi. Hemen ayağa kalktı. Bize yönelip, “aman şu boruyu uzak bir yere atın!” dedi. Biz hemen denileni yaptık. Boruyu atar atmaz fen memuru elinde telsiz, yanında birkaç zabıta ile bahçe kapısında gözüktü. Bahçeye girdi. Sağa sola inceleme bakışları fırlattı. Suyun fışkırdığı yere birkaç adım attı. Başını kaldırarak “Buranın sahibi kim?” dedi. Zalaba öne çıkıp, yanına varınca, “Teyze” dedi, “niye patlattın belediye şebekesini?” Zalaba işaret parmağı ile bahçenin köşesini göstererek “Yavrum nebim valla… Biz taa şuraya tulumba vurup su çıkaracaktık, buradan boru patladı.” Memur işaret ettiği yerlere baktıktan sonra durumun imkânsızlığını anlayıp gülümsedi. “Tamam, teyze, geçmiş olsun.” dedi. Kapıya yöneldi. Çıkıp gitti. Cezadan bahsedilmeyince Zalaba çok rahatladı. Bu sırada Sefa bodrumdaki suyu boşaltmak için pencereden dalgıç pompa atmaya uğraşıyordu.

Çapan amca Aksaray’da bir sivil toplum kuruluşunda bekçilik yapmaya başladığında, evde her ay sabit maaş sevinç ve bereketi hâkim olmuştu. Bu sırada iki oğul birden Almanya’ya gitti. Bir kaç yıl sonra Çapan amcanın iş yerine yakın bir ev satın aldılar. Zalaba evlendikten yıllarca sonra Aksaray’a taşındı. Yoksul hayatına biraz da olsa renk gelmeye başladı.

Köy hayatında kelimenin tam anlamı ile yoksulluğu tatmış olan Zeliha, okula gidemediği için ergen olur olmaz akrabalarından kendisi gibi fakir bir genç olan Çapan’a uygun görülmüştü. Nerdeyse görücü usulünün bile nadir görüldüğü Anadolu’nun kırsal köylerinden bir köy olan Çardak köyünde de evlenirken eş adayını isteyip istemediği Zeliha’ya sorulmamıştı. Oysa kendisi boyu posu yerinde çekici, tipik bir tatar güzeliydi. Köydeki birkaç zenginin göz radarında olduğu gibi yakın köylerdeki zenginlerin gelin adayı olarak da calib-i dikkat olmuştu. O zamanki adet ve gelenekte, damat adayının zengin olmasından ziyade tanıdık ve güvenilir olmasına bakılırdı.

Kendi köylülerinin anlattığına göre Zeliha gelin, evlendikten sonra da kendisine göz koyan zengin çocuklarına dönüp bir defa bile bakmamıştı. İffet ve namustan asla taviz vermeden; kocasına bağlı kalmış, fakir ve gariban olmasına rağmen hiçbir zaman eşini yalnız bırakmamıştı. Hayat arkadaşı Çapan amca vefat ettikten sonra karı koca arasındaki geçimsizlikler o’nun yanında dile getirildiğinde “Amaan! Herifin gölgesi bile yeter, herifinizin kıymetini bilin.”derdi.

Zalaba, evlilik hayatında yoksulluğun yükü altında inlediğini etrafına hissettirmeden mutlu bir hayat yaşamaya gayret etti. Halini kimseye arz etmeden kocası ile birlikte gece gündüz çalıştı. Çapan amca, uzun yıllar Çardak köyüne ait sığırları otlatırken kimi zaman o da çobanlık yaptı. Aileden bilhassa amcasından tevarüs ettiği mertlik ve cesaret onun erkek işlerini de yapmasını sağlamıştı. Güçlü, kuvvetli olduğu için zorlandığı iş nerdeyse yok gibi idi. Eşeğe çuval mı atılacak, kendisi iki kilelik çuvalı kucaklar eşeğin üzerine yüklerdi. Anlattığına göre tarlada orakla ekin işlenirken iki erkeğin işleyebileceği bir buğday alanını tek başına biçebilirdi. Bu sebeple Zalaba köyün baş amelesi idi. O zamanlar amelelere para verilmez; iş karşılığında un, bulgur, yarma, düğ, tarhana, pekmez vb. evin temel gıda ihtiyaçları verilirdi. Zaten bir dönüm tarlası bile olmayan Çapan, Zalaba sayesinde bir nebze de olsa ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu.

Zalaba, o dönemlerde davetiye âdeti olmadığından düğünlere davet karşılığında kullanılan “okuma” görevini yaptı bir süre. Düğün, kız evi adına köylüye duyurulurdu. Daveti “okuyucu” denilen kadınlar yapardı. Okuyucu sırtına aldığı heybenin içindeki kırık leblebilerden hane sahiplerine birer avuç dağıtarak düğüne okumuş/davet etmiş olurdu. Bütün köyü sırtındaki heybe ile dolaştıktan sonra okuyucu/davetçi emeğinin karşılığı olarak düğün sahibinin verdiği bir tas unu evine götürürdü.

Kendisinin unutmadığı ve acı ile andığı hatıralarından biri tanesi, çocuklarının entarisini yamamak için zenginlerin küllüğünde yamalık araması idi. Fakirlik nedeni ile defter kalem parası bulunamadığından sık sık okula gidemeyip duvar diplerinde ağlayan en büyük oğlu Ramazan gibi olmasın diye büyük kızının da yaşının büyütülüp okula gönderilmemesi de anlatırken gözyaşlarını tutamadığı diğer bir hatırası idi.

Zalaba bizim evin karşısında tek katlı bahçeli evini çok severdi. Yaz günleri sabah namazından sonra bahçenin etrafında yaptığı çevre temizliği ile güne başlardı. Bahçesini eker, diker, gözü gibi bakardı. Çocukları ile yaptığı anlaşma gereği ölünceye kadar bu evde oturacaktı. Ne var ki gelin-kaynana çekişmesi, Zalaba ölmeden anlaşmayı sonlandırdı. Geçim ehli olan evlatlar da ses çıkartamadılar. İlk zaman Zalaba evinden çıkmak istemedi. Bir süre direndi. Ama daha sonra yakınlarda tutulan bir apartman dairesine taşınmanın daha hayırlı olacağına kani oldu. Dövüş kavga taşınmak zorunda kaldı. Bu durum nefsine ağır geldi. Hem doğal hayattan bir hapishaneye taşınmıştı, hem de yeni komşuları komşu değildi. Her karşılaşmamızda gözlerinden kavurga gibi yaşlar dökülmesine rağmen evlatlarına asla beddua etmedi. Belki de çok geçmeden yapayalnız ölmesi ile herkese dersini vermiş oldu.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.