İMBİK- Ummanlı Nasır

İMBİK- Ummanlı Nasır

Tavaftan sonra yeşil lambanın yanındaki merdivenleri tırmandım. Kapalı alandan dışarı çıktığımda gökyüzüne baktım. Birkaç gündür etrafı aydınlatan güneş, gri bulutların arkasına saklanmıştı sanki. Serinletici bir esinti de yoktu. Sıcak ve bunaltıcı hava hâkimiyetini sürdürüyordu. Mescid-i Haram dışında ilerlemeye devam ettim. Her zamanki gibi tüneller tarafındaki otobüs duraklarına doğru yürürken, sıralanmış zemzem musluklarına gelince zemzem içeyim dedim. İçtim. Kandım. Sola doğru meylederek yürümeye devam ettim.

Bugün Cevdet Bey, babası ve Yusuf Kaya sabah namazını Kâbe’de kıldıkları için öğle tavafına katılmadılar. Şükrü Bey, Ali Osman İnce ve Fatih Bal beraber takılıyorlar. Bu üç kişi gece gündüz tavaf yapıyor. Kendileri için hedef koydukları tavaf yapma rekorunu kırmak için oteli terk etmiş durumdalar. Otele sadece akşam yemeği ya da sabah kahvaltısı için uğruyorlar. Otelde kaldıkları zaman sınırlı. Onlara rastlamak zor. Kâbe’nin yakınlarında geceledikleri haberlerini alıyoruz. Kafilede herkes bu üç umreciye gıptayla bakar oldu. Ben altı gündür ilk defa tek başıma tavaf yaptım. Müslüm Bey nerelerde bilmiyorum! Akşam gördüğümde, bir önceki gün Arafat ziyaretinde yaşadığı hayal kırıklığının bir neticesi olarak morali bozuktu. Benim de katkım oldu bu hayal kırıklığına. Arafat tarafına giderken otobüste Türkiye’de o’nun çokça dinlediği bir ilahinin ilk mısralarını tekrar söylemiştim:

Arafat dağı da bir yüce dağdır

İnanın Peygamber ölmedi sağdır.

Son kısımlarını bana katılarak terennüm eden Müslüm Bey, Arafat Tepesi’ni gerçekten yüce bir dağ olarak tahayyül edermiş. Ziyaret sırasında Arafat’ı görüp şöyle bir baktıktan sonra, “vallaha bizi kandırmışlar!” demek zorunda kalmıştı. Güldüm. “Müslüm hocam” dedim “o bir ilahi, bir de buradaki yücelik manevi bir yüceliktir.”

Karşımda Efendimizin doğduğu ev olarak rivayet edilen ev var. Mekkeli yetkililer evin kapısına rivayetlerin sahih olmadığını açıklayan Arapça, Farsça ve Türkçe bir levha asmışlar. Lakin insanlar o evin Hz. Muhammed’in evi olduğuna inanmaya devam edip ziyaret ediyorlar. Evin içerisine girilemediği için pencerelerin önünde bir şeyler okuyarak ziyaretler gerçekleşiyor. Özellikle Türkiye’den gelen umrecilerin başındaki rehberler levhaya hiç aldırmadan ziyaretlerin yapılmasını sağlıyorlar.

Otobüs duraklarına doğru hafif sola yöneldim. Fazla yüksek olmayan rampanın sonunda bir heykel gördüm! Bu heykelin ne işi varmış diye tekrar gözümü kaldırıp baktığımda heykel gibi duran bir adam olduğunu fark ettim. Heybetli bir adam. Başında yeşil ve kırmızı renklerin harmanlandığı Osmanlı kavuğuna benzer bir sarık. Üzerinde, vücuduna oturmuş, fazla geniş olmayan bir cübbe var. Buğday benizli. Aramızda yirmi metre var yok. Bana baktı. Acaba beni tanıyan biri mi diye bir an düşündüm. Ama beni nereden tanıyacak? Bu adam ya Yemenli ya Dubaili. Yaklaştım. Siyahı azalmış gür beyaz sakallı. Ellerini göbeğine bağlamıştı. Namaza durmuş gibi bir görüntüsü var idi. İyice yaklaştım. Karşısına dikildim. Gözlerine baktım. Karşılıklı göz teması kurduk. Selam verdim. Selamımı aldı.

“Beklediğin adam benim, buyur!” dedim. “Yok, seni beklemiyorum.” dedi. Şaşırdı. Çehresi değişti. Tekrar “işte beklediğin adam benim” dedim. Sesini yükselterek “yok yok, öyle bir şey yok! Seni tanımıyorum” dedi. İrkildi. İyice meraklandı. Elleri ile bu ne iştir kabilinden bir iki hareket çekti. Uzatmadım. “Şaka yaptım” dedim. Rahatladı. Gülümsedi. Bana kim olduğumu sordu. Tanışmaya başladık. Ummanlı imiş. Bir Türk ile karşılaşması hoşuna gitti. Türkiye’yi bir defa ziyaret etmiş. Türklerden övgüyle bahsetti. Adı Nasır Zeâbî. Emekli devlet memuru. Altı çocuğu varmış. Ailecek umre için gelmişler. Tevafuka bakın ki son tavaflarını yapmışlar. Ülkelerine döneceklermiş. Kendisi çocuklarının gelmesini bekliyormuş. Umman’dan konuştuk. Dünya Müslümanlarından bahsettik. Türkiye’nin ümmet için son umut olduğunu vurguladı. Birbirimize telefon numaralarımızı verdik. O günden itibaren selamlaşmaya hal hatır sormaya devam ettik.

***

Üç yıl sonra Taha Kılınç’ın “Hatırda Kalanlar” kitabını okurken, “Çölde Bir Vaha” başlığı altında anlattığı ülkenin Umman olduğunu anlayınca hemen dikkatimi topladım. Dostum Nasır Zeâbî’nin memleketi olmasının tesiri ile hayal melekemi çalıştırdım. Sinbad’ın ana vatanı olan bu ülkenin şehirlerinde dolaşmaya başladım. Maskat’ta kaldım. Nizva şehrinde epey eğlendim. Bu şehirde tarihi dokuların aynen korunduğunu gördüm. İlginç mimarileri ile kalelerin ve surların -yüzyılladır hiç dokunulmadan- otantik özelliklerini koruduğunu fark ettim. Dağların başından vadilere yayılan yemyeşil hurmalıklar, kayalıkların içinde inci gibi saklanmış göletler beni tesir altına almakta gecikmedi.

Hayallerden sıyrılıp okumaya devam ettim. Mekke’deki kısa tanışmamızda dostum Nasır’ın anlatmaya fırsat bulamadığı bir takım özellikleri okuyunca gururlandım. Umman, dünyanın en temiz üçüncü, en güvenli ikinci ülkesi imiş. Başkenti Maskat ise dünyanın en temiz başkenti unvanını elde etmiş.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.