İMBİK- Sarı Abidin’e Niye Küstüm?

İMBİK- Sarı Abidin’e Niye Küstüm?

Okula başlayacağım gün heyecan bastırdı beni… Hem de ne heyecan! Babam imamlık görevini bırakıp Almanya’ya işçi olarak gittiğinden çocukluğumun altı senesini yaşadığım köyden ayrılıp doğduğum kasabaya geri dönmek zorunda kaldık. Dört yıl okuduğum ilkokuldan ve sınıf arkadaşlarımdan ayrılmak zor geldi. Yeni okulum, doğum yerim olan kasabanın ilkokulu olmasına rağmen, okul benim değil; ben okulun değilim. Evet heyecan… Nasıl olmasın ki!

O zamanlar ne denli içine kapanık bir çocuk olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Annem, okuma yazma bilmeyen bir ebeveynin, okuma yazma bilmeyen dört kızından birisi idi. Belki fakirlikten, belki geçmişte yaşadıkları savaş, kıtlık gibi olumsuz olayların doğurduğu bir anlayış sebebi ile anne tarafımızda olumsuz bakış açısı normal hale dönüşmüştü. Annemizin menfi düşünme vasfı biz kardeşlere de yansıyordu. Hepimizde hayata karşı az çok bir karamsarlık hâkim olmuştu. Aile hayatımız küçük büyük olumsuzluklar, üzüntüler, kuytu köşelerde gizli gizli ağlamalar ile dolu dolu devam ediyordu.

Daha birkaç gün önce olan bir olayın etkisinde idim. Ailecek alışmaya çalıştığımız tek kerpiç odamızda sofra hazırlanırken, bizim sarı zağarın havlamasını pencereden merakla izliyordum. Bir anda köpeğin yanına gitme fikri zihnime aktı. Aniden geriye döndüm. Hızlıca hareket ettim. Lakin adımımın birini sofraya atmışım. Sininin kenarına henüz konulmuş fasulye tabağının tam ortasına ayağımı banmış oldum. Yemek bölünüp bekletilmeden sofraya konulduğu için sıcak idi. Yanmanın verdiği acı hissi ile hemen çektim sağ ayağımı. İyi ki ayağım yalındı. Ya tamamen polyesterden üretilirmiş maydın çorap ayağımda olsaydı! O zaman seyreyle sen vızıltıyı!

Elinde turşu tabağı ile sofraya yaklaşmakta olan annem şaşırdı. Bir anda sinirlendi. Hiç duraksamadan o cırtlak sesi ile bana govurun…. ile başlayan cümlelerle bağırmaya başladı. Saydırdı da saydırdı. Olayla hiçbir alakası yokken baba tarafından, sülalemin kimler olduğunu, ne kadar beceriksiz bir çocuk olduğumu her olumsuzluk sonucunda mutat olduğu veçhiyle, belki ellinci defa işitmiş oldum. Hiçbir şey diyemeden kendimi kapı dışarı attım. Sağ ayağım topuğuna kadar salçalı fasulye renginde, hala yanıyor.

Tam kapıdan çıkınca ağabeyim dağ gibi karşıma dikildi. Olayları kapı aralığından seyretmiş. Mal bulmuş mağribi gibi konuşmaya başladı. “Oğlum sen tötürsün, tötür…  Aapahlayı da mındar ettin. Ne yiyeceğiz şimdi?” Bir şey diyemedim. Haklıydı. Suçluydum. Nutkum tutuldu. Kalın kaşlarının altındaki gözleri muzipçe gülümser gibi parlıyordu. Bakışlarımı çekip zağarın yanına gittim. Odamızın penceresinin tam karşısındaki armut ağacının altında hafif seslerle mırıldanan köpek, ben yanına varınca sükûnet buldu. Başını okşadım. Bana kuyruğunu salladı. Bakışlarıyla, dostum canını sıkma, olur böyle şeyler der gibiydi. “Ah Gümüş “dedim, “iyi ki varsın.”

Kısa sürede aşinalık kazandığım köy ve köy hayatından bir anda ayrılıp yeni bir ortama, yeni okula, yeni bir yaz tatili bitiminde, yeni bir sınıfa geçiş yapıyordum. Geldiğimiz köyde İmam bir babanın çocukları olmamız vatandaşın bize de saygı duymasına yetiyordu. Nereye gidersek gidelim hocanın çocukları diyerek iltifat ediliyorduk. Şimdi sınıf öğretmenini ve komşumuz Nassuh’un Ahmet’in kızı Müker hariç hiçbir öğrencisini tanımadığım 5-A sınıfında, kimse beni hocanın oğlu olarak bilmeyecekti. Bu hal zaten yarım yamalak özgüvenimin zayıflamasına sebep olur mu? Bilmiyorum. Zorlanacaktım. Bendeki bu heyecan, yoksa tanınma korkusu mu idi? Yoksa ikisi birden benliğimi esir mi almıştı? Onu da bilmiyorum. Oysa her varlığın bilinmek için bir sebebi vardı. Hafıza ekranıma bu arada bir musibet görüntüsü düştü. Çok bekliyordum sanki! Biraz sabretsen olmaz mıydı? Ne acelen vardı? Şu sınıfa bir gireyim, oturayım yerime, ondan sonra gel istediğin tam ekran!

Zihnimin sörf yapan görüntü dalgaları arasında, yaz başında başıma gelen bisikletten düşme felaketi yavaş yavaş belirmeye başladı. Ya rabbi bu felaket şimdi muhayyilemi işgal etmese olmaz mıydı? Neden hiç olmazsa arada bir kısa tatil yaparak hafızamdan ayrılmıyor! Hep zihnimde hep zihnimde! Nasıl bir meleke Allah’ım! Bütün zaaflarımın en önemlisi olan kendime güvensizliğimin çıdırgılarını bir kibrit ezvası ile tutuşturan bu hatıralar beni yormasa olmaz mı?

Battalların Nevzat ile İnallı yolundaki bostan tarlamıza karpuz yemeye gitmiştik. Dönüşte aynı hizada, bisikletlerimiz ile sakin sakin yol alıyorduk. Cırıklı Mahallesi’nin arka sokaklarına daldık. Konuşmadan önümüze bakarak ilerliyoruz. Köyün sokaklarında daha da yavaşladık. Nasıl oldu bilmiyorum. Önüne tavuk mu geçti, kedi mi zıpladı fark etmedim. Nevzat aniden ön tekerleğini benden tarafa kırdı. Aramızdaki mesafe dar olduğundan tekerleği benim ön tekerleğe çarptı. Bisikletimin tekerleği, çarpmanın tesiri ile sol tarafa yamulunca ben bir anda kendimi kaybettim. Dengem yok oldu. Sol tarafa devrildim.

Düştüğüm yer boş su kanalının beton kısmı idi. Bir anda acılar içerisinde kıvranmaya başladım. Ağrının geldiği sol koluma baktım. Gözlerim ne yolladıysa yolladı, ürperdim. Titreme emrini nereden aldım bilmiyorum. Titremeye başladım. Bir şekil oldum. Tekrar ağrının merkezine baktım. Kolum tam bilekten arkaya doğru üçgen biçimine evrilmişti. Düştüğüm yerden doğruldum. Bu arada Nevzat beni orada, o halimle bırakıp korkudan tüymüştü bile.

Mahallenin kadınları başıma birikti. Kimisi kimlik tespiti yapıyordu, kimisi suçlu kim araştırması. Bir tane kadın benim sağ kolumdan tuttu. Sol kolumu muayene etti. “Yavrum” dedi, “kolun kırılmış.” Karşı binanın bahçesinin duvarında bizi seyretmekte olan oğlunu çağırdı. Bisikletimi ona emanet etti. Bana dönüp “kuzum, annen benim akrabam olur. Selam söyle. Geçmiş olsun. Yavaş yavaş evinize gidebilirsin.” dedi. Sonradan öğrendim ki bu kadın hakikaten güngörmüş ve halden anlayan, daima iyi anılan bir kadın idi. Bu olaydan sonra her gördüğümde hâl hatır sormayı adet edindim.

Neyse eve doğru yürümeye başladık. Ağrılar sızılar içerisinde adım atmaya razıydım; lakin bir ikindi vakti beni bu halde görenlerin müstehzi bakışları daha çok ağırıma gidiyordu. Sorgulamaların, vah vah ile başlayan acıma cümlelerinin biri bin paraya idi. Nihayet eve geldik. Sağ olsun annem beni karşıladı. Ama ne karşılama! Dağarcığında ne kadar aşağılayıcı, kınayıcı, suçlayan cümle varsa boşalttı. Konuşmasına bir ara verse rahatlayacağım. Velakin durmak bilmiyordu annem. Beni alıp hala dediği, Marangoz Osman Usta’nın sınıkçı hanımına götürdü. Kadın, önce kırık kemikleri benim feryadıma aldırmadan yerine yerleştirip, eli ile ovalayarak iç kısmına tatlı/bal sürülmüş ince tahtalardan birisi kırığın olduğu bölümün üstüne gelecek şekilde, kolumun içine ve dışına yapıştırdı. Tahtaları iple sıkıca bağladı. Çektiğim acılardan dolayı benim dermanım, hıntım kesilmişti. Dökecek göz yaşım kalmadı. Annem eve gelince bana yatak hazırladı. Beni yatağa yatırırken “Sen sağ yerde ölmeyeceksin. Zaten iyice kudurmuştun, başına bir iş gelecekti” demeyi ihmal etmedi.

O zamanın anlayışına göre herhangi bir kırık, kişinin yaşı kadar gün süresinde tutardı. Kemik eski halini alırdı. Ben on iki gün boyunca sol kolum omuzuma asıl bir şekilde evimizin etrafında mekik dokudum.

***

Ben okula başlayalı üç ay olmuş. Kırk bir kişiye ulaşan öğrencisi ile oldukça kalabalık bir sınıfız. Bende durum nasıl? Korkularımı biraz yendim. Birazcık ısındım arkadaşlara. Sınıfa alıştım. Tertip düzene uyuyorum. Ablamın dikkati sayesinde okula kirli mendil getirmiyorum. Haftada bir, sağ olsun sındı ile tırnaklarımı kesiyordu. Zamanında derslere katılıyorum. Mahalleden Müker dışında hiçbir arkadaşım yok. Onunla da ancak sınıf içerisinde kalem-silgi isteyerek arkadaşlık yapabiliyorum. Konu komşu, bizi yan yana okula giderken görse yaşımızın küçüklüğüne bakmadan hemen birbirimize yakıştırabilecekleri bir zamanda yaşayan çocuklardık. Öğretmenimiz öğrenciyi pek tahkir etmiyordu. Ancak hepimize korku pompalamaktan zevk alıyordu. Hala cevabını bulamadığım bir soru beni hep meşgul etmiştir. Bu öğretmenimiz Ispartalı Kıymet Ateş, neden bilhassa milli bayramlarda, millet tören alanlarına toplandığında Yunan uçakları hepimizi bombalayacak diye bizi korkuturdu!

Müzik derslerini sevmeye başlamıştım. Neredeyse her müzik dersinde öğrenciler türkü söylüyordu. Sınıfta üç dört kişiyi her müzik dersinin son kısmında dinlemeye alışmıştık. Öğretmen türkü söylemek isteyen var mı diye sorduğundan benim gibi cesareti kırık birçok kız ve erkek öğrenci tabi ki parmak kaldıramıyordu. Belki isim söyleyerek tek tek sorsa içimizden birçok kişi türkü söylemeye başlayacaktı. Demek ki öğretmenimiz keşfetmek yerine yetinmeyi tercih ediyordu. Ben zaten harap bir ev gibiydim. Peş peşe yaşadığım şevk kırıcı olaylar nedeni ile bu işi yapamayacağım anlayışı bana hâkim olmuştu. İki ay hep öyle düşündüm. Sonraları türkü söyleyenlerin arasına iki kişi daha eklendi. Hele hele Kedi Ömer dediğimiz arkadaşımızın sesinin kız sesini andırmasına rağmen türkü söyleyenlerin arasına katılması bende cesaret tohumlarının filizlenmesini sağladı.

Bu cesaretin ürettiği enerji ile geçirdiğim günlerden bir günün sabahında kararlı biri olarak uyandım. Annem peynirli dürüm ve zeytinden oluşan kahvaltımı hazırlamıştı. Çayımı yudumlarken, kendi kendime “Bugünkü müzik dersinde bu işi bitirmeliyim. Yapabilirim. Ne olacak sanki! Korkma!” derken, annemin “oğlum duvara gözünü diktin, ne oldu sana?” diyen sesi ile içten konuşmaya son verdim. Okula giderken önceki okulumda ezberlediğim bir marşı tekrar ederek prova yapmaya başladım. On beş dakika süren yürüyüş esnasında marşı tekrar ede ede hamur gibi yoğurmuştum zihnimde.

Marşı okumak benim için kolay olacaktı. Ama bir başlayabilsem! Sesimi fazlaca kullanmayacaktım. Böylece şiire yakın bir söyleyişle marş ile kendimi bütün sınıfın dikkatine sunup, çekinme setini yıkmış olacaktım. Sınıfa girdim. Birinci ders kararlıyım, marşı söyleyeceğim. İkinci ders tereddütlerim yeniden beni rahatsız etti. Annemin olumsuz cümleleri, ağabeyimin, kardeşlerimin tahkirleri, babamın ilgisizliği, dedemin bana dönüp “bu okumaz” deyişi gözlerimin önünde bir film akışı gibi aktı durdu. Vazgeçeyim; gelecek haftaya erteleyeyim diye düşündüm. Sonra, “ertele ertele, nereye kadar!” dedim içimden. Lakin içimden başka bir ses haykırıyordu: “Otur oturduğun yerde, sen kim, marş söylemek kim!” Bir başkası ise “Ya sen marş söylemeye başladığında birkaç kişi, eli ile karnını tutarsa, ne biçim sesin var, karnımız ağrıdı demiş olmazlar mı!” diye fısıldıyordu.

Üçüncü ders müzik. Öğretmenimiz sınıfa girdi. Ayağa kalkıp, sonra oturduk. Öğretmen, Gelin Ayşe türküsünün sözlerini yazması için Postacı Kamber’in kızı Meliha’yı tahtaya kaldırdı. Meliha türkünün sözlerini elindeki kitaba baka baka yazdı.

Tam bu sırada ben, beni saran heyecan ile cedelleşiyorken, yazmaktan yorulduğumdan olacak iki elimi de omuz hizasından yanlara gergin bir şekilde açtım. Sırada üç kişi oturduğumuzdan sol kolum erkek arkadaşın omuzundan boyun arkasına doğru uzandı. Sağ kolum da kız arkadaşın saçlarına denk geldi. Gayri ihtiyari olan bu hareketi biz öğretmen masasının önündeki ikinci sırada olduğumuzdan sınıfın arkasındakilerin tamamı gördü. Bilinçli bir hareket zannedip gülmeye ve kikirdemeye başladılar. Öğretmen hiçbir şey demedi. Lakin ben iyice bozuldum. Morardım. Marşı söylesem mi söylemesem mi mücadelesi ne odaklandım. Ta ki içimden gelen babayiğit bir ses: “Ne olursa olsun vazgeçme!” dedi çok şükür.

Defterlerimize yazdığımız türkünün toplu provasından sonra sıra geldi serbest türkü söyleme bölümüne. Öğretmen sorar sormaz hemen parmağımı kaldırdım. Kendime taaccüp ettim. Ne cesaret! Öğretmen de tereddütlü ve şaşkınlığını belli eden bir ses ile “haydi söyle! “ dedi. Ben kendimi iyice gerdim. Soluk aldım. Başladım sönük ve cesaretsiz bir titrek ses ile;

Türk hiç yılar mı

Türk hiç yılar mı

Türk yılmaaz.

Cihaan yıkılsa….

Cümleyi tamamlamadan “hah hah hah…” diyen cırtlak bir kahkaha sesi bütün sınıfta yankılandı. Neye uğradığımı bilemedim. Peşinden başka gülmeler geldi.

Kahkahanın sahibi Sarı Abidin idi.

Sınıfın en uzun boylusu.

Marş kesildi.

Ben kesildim.

Küstüm.

Öğretmen bir iki “devam et! “dese de

Küstüm.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.