İMBİK – Sallama Çay/Nuri Ercan

Kıbrıs Barış Harekâtı, ülke insanında acayip bir hâletiruhiye doğurmuştu. Kadınlar bir araya geldiklerinde hep kahraman asker hikâyeleri anlatıyordu. Aile erkeklerinin tecrübelileri, akşam vakitlerinde mutat olarak kulak verdikleri radyolarını, saat başı yayımlanan ajansı kaçırmamak için yanlarından ayırmaz oldu. Mevsim yaz. Bizim mevsim ırgatlık. Biz çocuklar tırpanla, orakla Rumlarla savaşma hayalleri kurarken, Yuva köyünden, doğup büyüdüğüm kasabaya dönmenin, yeni bir ortama gelmiş olmanın zorluklarını yaşıyordum. Babamın imamlığı bırakıp işçi olarak Almanya’ya gitmesinin üzerinden sadece altı ay geçmişti. Yaz tatili… Sınıfımı geçmiştim. Beşinci sınıfa devam edecek olmanın heyecanı vardı üzerimde. Ama heyecanla birlikte bir korku hiç yanımdan ayrılmıyordu. Okul yeni, öğretmen belli değil, arkadaş yok. Nasıl çekinmezsin?
Mahallede yeni yeni arkadaşlar edinmeye çalışıyordum. Yakın komşularımızın, “Bir imam nasıl olur da hocalığı bırakıp gâvur illerine çalışmaya gider?” düşüncesini yansıtan bakışları altında, girip çıktığım kerpiçten tek odalı yeni evimize de iyice alışmıştım. Eve alışsam da benim kafamda da cevapsız sorular cirit atıyordu. İmam, cami, Almanya, gâvur, papaz, iş, kilise… Sorularımın anahtar kelimeleri olmuştu. Kasabamızda elektrik olmasına rağmen bizim kerpiç sekiye hat çekilmediğinden akşamları gaz lambasının titrek ışığında tek gündemimiz olurdu: Gurbetteki babamız. Ne yer, ne içer? Hayatını nasıl idame ettirir? Almanya nasıl bir memlekettir? Bu gâvurlar ne yer ne içerler? Öğretmenin anlattığı gibi sabah akşam patates mi yerler? Kilise nasıldır? Kilise çanının sesi nasıl çıkar? Sahi, cami gibi bir yer mi kilise? Birbirini kovalayan ama hangisinin başa geçtiği belli olmayan sorular…
Babam, mektuplarında anlattığına göre trenle 4-5 gün süren yolculuktan sonra ulaştığı Almanya’da, Stuttgart şehrinde amele olarak inşaatta çalışmaya başlamış. İşleri ağır olsa da Türkiye’deki kadar zor değilmiş. Çok katlı binalar yapıyorlarmış. Binanın dışına kurulan asansörle, bizim hamur teknesinden iki kat geniş demir kaplarda yerde hazırlanan betonun ya da tuğlanın birkaç dakikada sekizinci kata çıkartılması beni hayrete düşürüyordu. O zamanlar bizim oralarda çok katlı binalar yoktu. Olsa olsa üç katlı, bir ya da iki yeni bina yükseliyordu kasabamızda. Onlar da Almancı evleriydi. Üç katlı binanın son katı yapılırken, betonu hazırlamak için beş altı işçi yerde harcı karmak zorundaydı. Karılan harç önce zemine kurulan iskeleye, oradan birinci kat iskelesine, ardından ikinci kat iskelesine, oradan üçüncü katın damına ikişer işçinin kürek ve bilek gücüyle aktarılırdı. En alttaki iskele geniş olurdu. Daha sonrakiler malzeme kıtlığı ve dengeyi sağlamak için en alttakine göre küçülmek zorundaydı. Birinci ve ikinci katın ameleleri daha dar mekânda kürek sallamanın zorluğunu yaşardı. Vay babam vay! Ben anlatırken yoruldum. Bir katın örtü betonunu atmak neredeyse tam bir günü eritirdi. Bu işçilerin çektiği sıkıntıyı düşündükçe babamın daha az zahmetle para kazandığını bilmek rahatlatıyor muydu beni?
Babamın mektuplarını saksağanlar haber verirdi. Bir sabah arpa yolmak için Çukurören’deki tarlaya gitmeye hazırlanırken, bahçemizdeki, üzerinde birkaç leylek yuvası bulunan ulu pelit ağacına bir karga konup ötünce annem hemen, “Müjdemi isterim, sakça ötüyo, babanızdan mektup gelecek!” dedi. At arabasına binerken içimizde bir umut yeşerdi. Neden öttüğünü bilmediğimiz kargalar her gün öterdi ama annem, her ötüşü hayra yorardı. Belki bize moral vermek için öyle söylerdi, belki de gerçekten saksağanın ötüşünden sonra mektup gelirdi. Ben, ne, nasıl oluyor kafa yormazdım. Annemin müjdesine rağmen beklentilerimizin yoğunlaştığı bir iki gün içerisinde mektup gelmedi. Bir hafta geçti, mektup yine gelmedi. Irgatlık mevsiminin başı sayılan arpa yolumunu bitirip buğday işlemeye başladık, yine mektup yok! Her tarla dönüşünde, “Acaba postacı Kamber Bey eve mektup bırakmış mıdır?” diye evde kalan en küçük kardeşimiz Turabi’ye soruyoruz ama nafile! Artık saksağanlar ötmek bir yana, bahçeyi süsleyen pelit ağacının gölgesinden dahi çekinir olmuşlardı. Nereye gitmişti her gün şakır şakır öten saksağanlar!
Cuma olması nedeniyle öğleden önce tarladan erkence döndüğümüz bir vakit, henüz eve girmeden Bozilli’nin Hacı Mehmet’in oğlu evin girişinde bisikletle göründü. Bizim hayata dönünce yavaşladı, fren yaptı, indi. Bisikleti girişin solundaki yarı yıkık da olsa duvara yasladı. Anneme yöneldi. Ablam, ağabeyim ve ben merakla ona bakarken, “Nazmiye nene, annemin selamı var. Babam Almanya’dan evvelkisi gün izine geldi. Yusuf amcam bir hediye göndermiş. Annem dedi ki, gelip alsınlar.” Bir anda gökyüzünü kargalar kapladı. Bir saksağan değil, sürü halinde saksağanlar ötmeye başladı sanki. Ama ötüşleri bülbül ötüşü gibiydi. Gayri ihtiyari arkama dönüp başımı kaldırıp pelit ağacına, sonra gökyüzüne baktım, saksağan falan yok. Başımı çevirdim. Yorgunluk morgunluk kalmadı. Aman Allah’ım, ne güzel bir haber! Cuma guslü almak için su ısıtacağımız kazanı ocağa iyice yerleştireceğim derken elimden düşürdüm. Kazan tıngırtısından bir anda gözler üzerime odaklandı. Bakışlardan gözümü kaçırırken annem imdadıma yetişti: “Tamam olur, gelelim oğlum, anana selam söyle.” dedi. Sonra çocuk bisiklete binip gitti. Biz arkasından yüzlerimizin tebessüm halini fark etmeden baka kaldık.
Hayatımızda ilk defa gördüğümüz o tuhaf valiz ne tahtadan ne de bildiğimiz deriden yapılmıştı. Kahverengi yüzü yumuşak deriyi andırıyor, ancak deri gibi kokmuyor, dokundukça farklı bir his uyandırıyordu. Ablam, valizi sarıp sarmalamış olan ipleri kesip kapak düğmelerini çözdükten sonra nihayet açtı valizi. Bu arada babam acayip valiz sarıp bağlardı. Alimallah birisi valizi aşırsa, sardığı ipleri açmak ve düğümleri tek tek çözmekten usanacağı için belki valizi açmadan bir kenara fırlatırdı. Gurbetçilik onu valiz sarma konusunda erbap yapmıştı. O gün, haber bir rüzgâr hızıyla bütün aileyi sarmıştı ki babamın en küçük kız kardeşi Meryem halam, amcamın hanımı Pembiş nenem/yengem ve komşumuz Kıvılış Emine de valizin başında yerlerini almışlardı. Kıvılış Emine uzun boylu, gösterişli, çok rahat bir kadındı. Yavaş, yavaş iş yapardı. Bu yüzden kendisine “Kıvılış” lakabı uygun görülmüştü. Hayatta hiç acelesi olmamıştı. Bağa bahçeye tek başına yayan yalbırdak yürüyerek giderdi. Genç yaşta dul kalmış; evlilik tekliflerini, “Ben Osman’ımdan başka erkek bilmem.” diyerek reddetmişti. Dört yetim kızı büyütmeye çalışırken karşı karşıya kaldığı zorluklara hiç aldırmadan yaşayıp giden bir kadındı. Kapı komşumuz ve babamın halası olduğu için biz de ona “İmine Hala” derdik. Yalnızlığını gidermek için sık sık bize gelirdi. Bizimle yer içerdi. Yavaş yavaş konuşmaları çok hoşumuza giderdi. Kış aylarında yanmakta olan söğüt odunu ile gürül gürül bizi ısıtmaya çabalayan sobanın çabasına masallar anlatarak katkıda bulunduğu olurdu.
Meryem halam ayakta, Pembiş nenem ahşap sandalyede valize yakın bir kenarda oturuyor. Emine Hala biraz uzakta, ilgisiz gibi davranıp olanları gözleriyle takip etmekten geri durmuyordu. Biz dört kardeş ayaktaydık. Küçük Turabi, valizin üstüne abanamadığı için koltuk aralarından izlemekle yetiniyordu. Annem telaştan yerinde duramıyor, odanın içinde bir o yana bir bu yana kısa geziler yapıyordu. Herkes, o kapağın aralanacağı anı büyük bir merakla bekliyordu. Almanya’dan ilk kez gelmiş olan Alman mallarının mahiyeti hepimizin dilinde epeydir dolaşan bir söylenti idi. Biz çocukları, özellikle de beni valizin başına çeken şey ise Alman çikolatasıydı. Kasabamızdaki diğer Almancı çocuklarının öve öve bitiremedikleri o çikolatalar gerçekten nasıl bir tada sahipti acaba? Zihnim bununla meşgul iken gözüm valizdeydi.
Valizin en üstünde kadınlar için allı pullu kumaşlar duruyordu. O zamanlar adını bile bilmediğimiz, sonradan öğrendiğimiz emprime ve satendi bunlar. Satenin o kaygan, pırıltılı yüzeyine ilk defa dokunan ablama bakan Emine Hala kendini tutamayıp yavaş yavaş, “Gız Nazmiye, Yusuf Hoca sana neler göndermiş. Gız valla billa apacer bunlar!” dedi. Saten parlak gösterişli idi. Ama naylondan bir kumaş mamul olduğunu çok sonraları öğrendim. Lakin parlaklığı, gözümüzden zihnimize bir yol açılmasını engellemişti. Kumaşların altından üç çift ayakkabı çıktı. Bağcıklı, hepsinin altı düz. Taban, Nevşehir’de siparişle yaptırdığımız iskarpinlerin altından farklı olarak ilk defa kösele değil; kauçuktu. Derken, iki kot pantolon belirince, içimde bir his, birinin bana ait olduğunu fısıldadı. Kendimi tutamayıp aldım birini, vücuduma göre ölçtüm. Emine Hala yine dayanamayıp şaşkınlıkla elleri böğründe hem bana bakıp hem valizin içini süzerek, “Gız Nazmiye, bunlar ne bööle? Alamancılık da iyi bi şey.” diye seslendi.
Daha da derinde paketler vardı. Birkaç gömlek desenleriyle göz alıyordu. Motifler ve renkler, daha önce hiç görmediğimiz bir zarafetteydi. Biz o güne kadar hiç paketli bir mintan almamıştık. Hepsi bir rüyanın içinden fırlamış gibiydi. Gömlek paketlerinin arasından üç kavanoz kahve belirdi. Kapakların üzerinde babamın güzel el yazısıyla yazılmış notlar vardı; birisinin üzerinde “Babama”, bir diğerinde “Pembiş’e”, en sonuncu kavanozun üzerinde “Eve” yazısını okuduk. Nedense babam “Hanıma” yazmamış, bunun yerine belki hepimizi kastettiği anlaşılsın diye “Eve” demeyi tercih etmişti.
Bu arada hiç ses çıkarmadan biraz asık suratla sandalyede oturmakta olan nenem, ismi okununca kendine gelip tepki verdi:“Abimden Allah razı olsun, bizi unutmamış.”
Pembiş nenem, annemin eltisiydi. Yaşları birbirine yakın olduğundan aralarında olabildiğince yoğun bir elti rekabeti vardı. Annemin başka eltileri vardı ama ömrü, Pembiş eltisinin gelin olarak çok sevildiği ve kendisinin dışlandığı iddiasını ispatlayacak deliller öne sürerek geçti. Ona tepkisini gösterirken sakladığı hiçbir şey kalmazdı. Pembiş nenem ise sinirlendiğini ağlamaklı şekilde yansıtmakta mahirdi. Tepki gösterdiğinde duygularını konuşturduğundan hep başarılı olurdu. Amcam askerlikten hemen sonra çoluğu çocuğu eşi Pembiş nenemin başına bırakıp Mısır’a, Ezher Üniversitesine okumaya gitmişti. Çoluk çocuk ve nenem, dedemin yanında yaşamaya devam ediyordu. Bu sebepten daha çok mutsuz gözükmek hoşuna giderdi belki.
Kahvelerin hemen yanı başında istiflenmiş olan üç paket, cırtlak sarı rengiyle dikkatimizi ta baştan çekmişti. Valizi açma yetkilisi ablam, paketin birisini eline alınca üzerindeki yazıyı ağabeyim sesli okudu:“Lipton Yellow Label.”
Emine Hala, “Müşteba sen ne didin?” diyerek hayretini gizleyemedi. Ben de biraz yavaşça yeniden okudum:“Liptoon Yellov Laabel…”
Meryem halam, “Herhal Alamanca bu yazı; gâvurca gâvurca…” dedi. Henüz ortaokula giden ve az buçuk İngilizce bilen birisi de yoktu ailede. Kimse “Lipton Yellow Label” ne demek, anlamıyordu. Şaşkındık. Başka türlü anlama yoluna geçmemiz kaçınılmazdı. Dikdörtgen biçimindeki paketin sağ alt köşesinde ipli bir torbacık resmi vardı. İpin öbür ucunda küçük sarı bir kâğıda zımbalanmış etiketin üzerinde de bu sefer daha küçük “Lipton Yellow Label” yazısı seçiliyordu.
Kafamız karıştı. Torbacık kirli beyaz renkteydi. İçini net göstermiyordu. Ama ne işe yaradığını belli edecek bir emare görülmüyordu. Pembiş nenem, ablamın elindeki pakete bakarak,“Bu ilaç herhal,” dedi.
Emine Hala,“Yoh gızz Pembiş, bu iresimin içi gara, gara biber neyim olmasın?” dedi.
Ablam, “İlaç kutusuna benzemiyor.” diyerek tartışmayı başka bir kanala yönlendirdi. Ama fikir üretmek de zorlaştı. Merak arttıkça arttı. Aniden eğilip valizdeki pakete el atan annem, küçük paketlerden birisini alıp koklamaya çalıştı. İki üç defa kokladı. Sonra bize yani çocuklarına bakıp,“Gâvurun dölleri, bu çay, çay!” dedi.
Herkes şaşırdı. Çay neden torbanın içine konmuştu? Çay içmenin yaygın olmadığı, sadece önemli misafire ikram edildiği yıllardayız. O zamanlar bakkaldan sadece “Rize Turist Çayı” yazan 100 gramlık turuncu paketler hâlinde çay satılırdı. Tek demlikte kaynayan suyun üzerine bir iki kaşık çay konularak ocaktan alınıp düz bir satıhta üzerinde peşkir sarılıp demlenmesine devam etmesi sağlanırdı.
Bu arada az önce burnunu temizlemek için bahçeye gitmiş olan Meryem Hala odaya girdi. Annemin elindeki pakete bakarak,“Bu olsa olsa kışlık çaydır. Kışın açılıp içilmesi için torbanın içine koymuş, gâvur akıllı.” dedi.
Pembiş nenem hemen itiraz etti:“Yoooh! Gışlık olsa abim yazın ortasında gönderir mi!”
O sırada annem, çayın nasıl içileceğini deneyerek öğrenmek için ablamı elinden çekip yerinden kaldırdı. Ablam ocağa su koymak için aralığa geçti. Meryem Hala bir küçük torbacık aldı. İçindeki ürünü daha yakından kontrol etmek için açmaya çalıştı. Torba delinmedi, uğraşırken zımba teli elini yaraladı. Elini çapıta silmek için kapıya doğru yürüdü. Kapının arkasında asılı olan kap çapıtını alıp elinin kanını sildi.
Benim tam karşımdaki köşede, henüz 5 yaşına girmiş olan en küçüğümüz Turabi, unutulmuşluğun verdiği kızgınlıkla önündeki kavurgası yenilmiş tası dikkat çekmek için kafasına geçirmişti. Ufak tefek sesler çıkartıyordu. Tabii ki benden başka birinin dikkatini çekememişti.
Ablam elinde küçük demlik ve bir çay bardağı ile odaya girdi. Su kaynamıştı. Demliği valizin dibine konulmuş peşkirin üzerine koydu. Önce kapağını açıp, demliğin içine bir paket koydular, az beklediler. Bardağı doldurdular, çay, çok açık sarı oldu. Emine Hala,“Iı ıh, böyle olmaz.” dedi.
Ortalık bir anda yine sessizliğe büründü. Bardağın üstüne süzgeç koyup çay torbacığını süzgecin içine yatırdıktan sonra üstüne sıcak su dökerek bardağı doldurdular. Yine çay koyu çıkmadı. Gâvur çayı başımıza bela olmuştu. Ne yapalım, ne yapalım diye herkes düşünürken köşeden ince pusmuş bir ses geldi:“Abaaa! Bardağın içine, bardağın içine…” dedi.
Bu, valiz açma töreninde neredeyse vakıa ile hiç ilgilenmeyen küçük kardeşim Turabi’nin sesi idi. Herkes o tarafa baktı. Pembiş nenem,“Hee gız, ööle yapalım. Suyu goyalım soona çayı içine sallayalım.” dedi.
Sonra Turabi’nin dediği denendi. Torba, bardaktaki sıcak suya sallanınca mucize gibi bir şey oldu: Su önce sarardı, sonra koyulaştı, koyulaştı… Bildiğimiz çay rengini aldı.
O günden sonra, kokusu ve lezzeti bizim çaya benzemese de sallama çay, hayatımıza sallanmış oldu.