İMBİK- Nezle

İMBİK- Nezle

Günün yorgunluğunun peşi sıra tavşankanı çaylar yudumlanırken Ziya Hoca düşünmeye devam ediyordu. Aslında oraya gelen herkes düşünmeye devam ediyordu. Bu düşünceleri “Selamün aleyküm”, “hoş geldiniz”, “ buyurun şöyle oturun” gibi cümleler delip geçiyordu. Ancak kimin ne düşündüğü belli değildi. Sıkıntılı bir memleket gündemi vardı. Zor günler yaşanıyordu. 28 Şubat’tan sonra Erbakan hükümeti yıkılmıştı.

Siyasi çalkantılar devam ederken toplumun en huzursuz kesimi yine inananlardı. Nasıl huzursuz olmasınlar, ülkedeki her türlü kargaşanın bütün suçlusu dindarlar olarak ilan edilmişti. Cennet gibi bir vatanda yaşamalarına rağmen birileri onlar için en güneşli havaları bile kara bulutlara çevirmekte maharet kazanmıştı. Seksen yıldır dışlanmaya mahkûm edilmiş memleketin gerçek sahipleri, yıllardır bekledikleri iktidara nihayet kavuşmuştu. Uyuyan dev uyanmış ve kadim kökler ile bağların yeniden kuvvetlenmesi ihtimali ortay çıkmıştı. Ne var ki adil bir düzen tesisini hayal ederken dindar insanların elinden iktidar kayıp gitmişti. Hayallerin gerçekliği uzun sürmemişti. Sevinç ve gururla yaşanılan anlar saman alevi gibi yanıp sönmüştü.

Hoca, böyle kesif bir tefekkür deryasında kulaç atarken öğrenciler kapıdan girmeye devam ediyordu. Sayı, bir düzineyi aşınca önüne rahleyi çekti. Kare şeklindeki odanın duvarları boyunca saf oluşturmuş çaylarını yudumlayan fertlerin gözlerine alelacele bir bakış fırlattı. Bir iki öğrenci, çayları bitenlerin bardağına tekrar çay dolduruyor, yeni gelenlerin önüne gofret tabakları koyuyordu. Onlara da tamam artık oturabilirsiniz anlamında eli ile işaret ederek söze başladı:

“Gençler, hepiniz hoş geldiniz. Çaylarınızı içerken sohbetimize başlayalım. İnşallah bugün Fetih Suresi’ne giriş yapacağız.”

Öğrenciler dikkat kesildiler. Hoca Fetih Suresi’nin Medenî bir sure olduğunu açıkladı. Mekkî ve Medeni ayet ne demek, öğrencilere sordu. Öğrencilerin büyük çoğunluğu İmam-hatip lisesi öğrencisi idi. Vakıf binasının Yeni Şafak gazetesi ile ortak kullanımından dolayı başka liselerde okuyan öğrenciler de sohbete katılıyordu. Hatta gazete temsilciliğini ziyarete gelen herhangi birisi de sohbetten istifade edebiliyordu.

Soruyu 12. sınıftan öğrenciler cevaplandırdı. Mekke Dönemine vurgu yapılmadan geçilemezdi. Bu dönemde Hz. peygamberin ve arkadaşlarının çektiği sıkıntılar, gördükleri işkenceler, maruz kaldıkları hakaretler aynı dozda olmasa da bugün de müslümanlara karşı devam etmekte idi. Müslümanca düşünmek ve Batı normlarına uygun hayat tarzına karşı çıkmak irtica olarak nitelendiriliyordu. Bin yıldır bu ülkenin çimentosu olmuş bir dinin mensupları yönetime ortak olmak istediklerinde dışlanıyordu.

Bunlara vurgu yaptıktan sonra Medine dönemine geçişi sağlamak için insan yetiştirmenin kaçınılmazlığı üzerinde durdu. İnsan yetiştirmeden elde edilecek nimetlerin geçiciliğine temas etti. Sonra ayetleri okumaya başladı. “Kuşkusuz biz sana apaçık bir zafer/fetih nasip ettik.”

Tefsire devam ediyordu. Lakin öğrencilerin sohbete yoğunlaşmaları bir türlü mümkün olmuyordu. Bu, genellik arz eden bir durum idi. Gün boyu okulda yorulmuş öğrencilerin dikkatlerini toplamaları tabi ki kolay olmuyordu.

Öğrenciler ayetleri dinler gibi gözüküyor, lakin kendi aralarında mırıldanıp ayrı bir dünyada gibi davranıyorlardı. Karşısında U şeklinde oluşmuş grubun değişik bölümlerinden farklı kısık sesler gelmeye devam ediyordu. Her zamanki, hitabetle susturma metodunu kullanarak meseleyi çözmeyi çalışmanın daha faydalı olacağına inandı. Her hangi birine “sus” diye bağırarak çıkışmak sohbetin verimliliğini engelleyecekti.

Konuşurken aynı zamanda fısıltılara kulak verdi. Hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinin gündem oluşturduğunu fark etti. Kulağına “Fener, dünyayı yener; Beşiktaş’a gelince sırtını döner.” cümlesi ulaşmıştı. Fısıltının geldiği tarafa sert sert bakarak göz teması sağlamak istedi. Bir nebze gerçekleştirdi. Fısıltı kesilmişti. Bu arada fısıltıya takılan başka öğrenciler oldu. Onlar da arkadaşlarının yaptığına tepki göstermek için gülüyor ve onlara “Oğlum, nörüyorsunuz, sohbette maç konuşulur mu?” şeklinde çıkışarak başka bir gürültüye sebep oluyorlardı.

Ayetleri okumaya devam etti. Okudukça katılanların kendilerini konuya vereceklerini düşündü. Daha sonra cennetten ve azaptan bahseden ayetleri tefsir etmeye başladığında mırıltıların kesileceğini umdu. Evet evet, cennetten örnekler verirken, cehennemden söz ederken bütün gözler kendisine dönecek, herkes dikkat kesilecekti. Rahatladı. Sıradaki ayetin metnini okudu. Kelime kelime tercüme etmeye başladı, peşinden toplu manayı verdi:

“İnanan erkek ve kadınları, içinden ırmaklar akan, sonsuza dek kalacakları cennetlere koyması ve onların kötülüklerini bağışlaması için bunları emretmiştir.” Bu arada öğrencilere kulak verdi. Fısıltı devam ediyordu. Cennetten bahseden ayet bile bir kısmının dikkatini çekmemişti. Hocanın başını eğdiği zamanlarda, “ya oğlum, biz böyle yeneriz”, “yok yok son gol kesin penaltı idi”, “bu sene Metin gol kıralı olacak, şimdiden 9 golü var” gibi cümleler yayılıyordu. Ziya Hoca mevzunun verdiği fırsatı değerlendirmek için:

“Evet gençler, rabbimiz cennetten bahsediyor. İnananlara cennet vaat ediyor. Cennet ne demektir? Anlamaya çalışalım…” derken fısıltının gelmediği diğer köşeden bir öğrenci atıldı:

“Hocam cennette futbol oynayacak mıyız?” Hocanın morali iyice bozuldu. Münasebetsiz bir soru gelmişti. Tam bu arada öğrencilerin çoğunun tanıdığı Hukuk Fakültesi öğrencisi Erdem kapıyı açtı. Ders olduğunu bildiğinden selam vermeden geçip hocanın yanındaki boşluğa oturdu. Hoca Erdem’e “hoş geldin “diyerek cennetten bahsetmeye devam etti.

“Arkadaşlar, cennet yeşillikleri bol, ağaçları sık, suları pırıl pırıl bahçe demek. Allah’ın inananlara bahşedeceği ahiret yurdudur. Dünyada yapılan iyiliklerin ahiretteki karşılığı cennettir. Cennetteki en önemli hediyeler huriler olacaktır. Cennet şarabı lezzetli olacaktır. Ama bu, dünya şarabına benzemez. Kur’an’da cennetin tabakaları şu şekilde açıklanmıştır: Naim cenneti, Adn cenneti, Cennetü’l-Firdevs, Cennetü’l-Me’va, Darü’s-selam, Darü’l-Huld.”

Bu arada öğrencilerin büyük bir kısmında sükût hali belirmeye başlamıştı. Ancak bütün öğrenciler Erdem’e bakıyordu. Hoca da baktı. Erdem ağlıyordu. Evet evet, resmen ağlıyordu. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, arada bir kâğıt mendille gözyaşlarını siliyor ve hıçkırığa benzer sesler çıkartıyordu. Öğrencilerin hepsi ağlayan birisinden çekinip susmuştu. Bu minval üzere sohbetin son kısmı gayet güzel gerçekleşti. Sohbet bitti.Öğrenciler dağıldı. Erdem ayrılmadan baş başa kaldığı Ziya Hoca’ya teşekkür etti ve:

“Hocam, kusura bakmayın, nezle olmuşum.” dedi.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.