İMBİK- Kanaat

Epeyce yorulmuştu. Öğrenciler bir yana -onlarınki nasıl olsa mutat sıkıntılardı- bir de nöbet arkadaşı ile yoktan yere tartışmak, Ulu Cami ile Kurşunlu Cami arasındaki mecburiyet caddesine kendisini atmasına yetti de arttı bile. Ali Baba Tekkesi’nin önündeki caddeden, gezdikçe ferahladığı mecburiyet caddesine doğru yavaş adımlarla ilerlemeye devam etti. Tekkeye yorgun gözlerle, yavaşça, durgun bir bakış attı. Tekkenin etrafı birkaç yıl öncesine göre hayli bakımlı ve temiz idi.
Biraz ilerde yıllardır adını bilmediği ama cüsseli vücudu ile her daim dikkatini çekmiş olan vatandaşın köşkerlik yaptığı dükkâna baktı. Dükkân kapalı, camları tozlanmış, içerideki eşyaların üstlerinde örümceklerin yoğun emeklerinin sonuçları gözüküyordu. Oysa iki sene öncesine kadar sabahın erken saatlerinde açık gördüğü bu dükkân, artık kapılarını seher vaktinden, akşam vaktine kadar açamıyordu.
Kapıdaki asma kilit de paslanmaya yüz tutmuştu. Erkenden su serptiği dükkânın önünü süpürürken rastladığı bu Koca Yusuf yapılı adama, kimi zaman selam verdiği olurdu. Sahi neden bir çift ayakkabı tamir ettirerek tanışmamıştı bu adamla? Nasip demek ki. Bir ara yan komşusu Uyanış Kitabevi sahibi Yaşar’ın anlattığına göre çoluğu çocuğu olmamıştı. Öldükten sonra köşkerlik yapacak bir yakını bulunmadığından dükkân böylece çürümeye terk edilmişti sanki. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!”
Başını doğrulttu. Aaa, Duran karşısında! “Selamün aleyküm hocam” dedi Duran. Selamını aldı. Duran’ın sağ eli arkaya doğru ters çevrilmiş şekilde duruyordu. Lakin parmakların arasından inceden bir duman yükseliyordu. Mahcup etmemek için dikkat etmiyor gözüktü. Yanından hemen ayrıldı. Duran’ın bu tavrı hoşuna gitmişti. Mezun olalı iki sene olmasına rağmen hocasına saygıda kusur etmemesi güzel bir meziyetti.
Genellikle gurup vaktinde çarşıda gezmeyi adet edinmiş İrfan’ı aramak aklına geldi. İlk aramada cevap alamadı. Bir daha denedi. Bu sefer İrfan spor salonunda olduğunu söyleyerek cevap verdi. Boş derslerde çarşı turu attıkları arkadaşları hatırladı. Nevzat Hoca ve Hafız Abi emekli olup Konya’ya taşınmışlardı. Onlar zaten gelemezdi. Bugün nasıl oldu ise diğer gezicilere de rastlayamadı.
Yimpaş Caddesi’ne yöneldi. Yimpaş bir zamanlar heyecan uyandıran bir alışveriş merkezi olarak halkın beğenisini kazanmıştı. Dindar kesim bu ticarethane sayesinde hazır tavuk yemeye alışmıştı. Bu merkezler ülke genelinde mağazalar açıncaya kadar dondurulmuş beyaz et tüketimi tercih edilmezdi. İslâmî usullere göre hazırlanmadığı anlayışı yaygın olduğundan hazırı yerine genellikle canlı tavuk alınır, kesiminden yolunup pişirilmesine kadar bütün işlemlerden ev hanımları mesul olurdu. Modernleşme, sermayesini dindar insanların oluşturduğu bu tür alışveriş merkezleri sayesinde daha hızlı tezahür etmeye başlamıştı. O günleri hayalinde bir defa daha yaşamak istedi. Hiç de fena olmuyordu. Maaş günü çoluk çocuk bu alışveriş merkezine gelinir, en alt kattan aylık iaşe malzemeleri alınır, yukarı katlardan ihtiyaca göre mobilya, tas tabak, elektrikli eşya taksite bağlanır, sonunda en yukarı katta hep beraber akşam yemeği yenirdi. Ne var ki anneler ve babalar ne yediklerini bilemezlerdi. Çünkü yemeğin sonuna kadar evin en küçüğü ağlamaya devam ederdi. Kendisine göre haklı idi. Neden her defasında oyuncak reyonunda fazla kalınmıyor ve beğendiği oyuncaklardan en az biri alınmıyordu! Yine de mutlu günlerdi “Yimpaş günleri.”
Ana caddeye çıktı. Nefsi onu Özkan Pastanesi’ne yönlendirdi. Her defasında arkadaşları ile birbirine ikram ettikleri Adana tatlısını bu sefer kendi kendine ikram etti. Ayakta tatlısını yedikten sonra dışarı çıktı. Sağ taraftan meydana doğru yürümeye başladı. Meydandaki bir banka ilişti. Türkiye’ye yeni gelmiş Suriyelileri, Iraklıları, ara sıra yoldan geçen Somalileri, değişik işler yapan Afganları seyre daldı. Bu arada örtülü örtüsüz, bıyıklı bıyıksız, sakallı sakalsız adeta bir mozaiği andıran yerli vatandaşlara nazar etti. “Bu kadar çeşitlilik neden!” diye tefekkür etmeden edemedi. Etraftaki yabancıların perişan halleri giyinişlerinden, oturuşlarından belli oluyordu. Lakin hepsinin gözlerinde bir memnuniyet ışığı akmıyor değildi. Tevekkül sanki gözlerine taht kurmuştu.
İkindi vakti yerini gün batıma terk ediyordu. “Kalkmalı, hane-i saadete doğru yol almalı” dedi kendi kendine. Ayakkabısının matlaştığını fark etti. “Mehmet abiye boyatayım, eve gitmeden” diye düşündü. Tekrar Ulu Cami tarafına doğru adımlamaya başladı.
Boyacı Mehmet ile birkaç yıl önce tanışmıştı. Tanışma dedik amma aslında bu derinliği olmayan bir tanışma idi. Tek taraflı bir tanışma diyebiliriz. Bir süre tek bildiği şey adının Mehmet olduğu oldu. Çünkü soruları daima kendisi sorardı. Boyacı Mehmet fazla konuşmaz, işine yoğunlaşır, müşterinin kim olduğuna bakmazdı. Tesadüfen ayakkabısını ona boyattıktan sonra başka bir ayakkabı boyacısına gitmedi. Boyacı Mehmet yıllardır Ulu Cami’nin güney çaprazında teşbihçi ile simitçi arasına tezgâh açmaktaydı. Mütefekkir bir duruşu vardı. Tiryaki idi. Birisi bitmeden diğer sigarayı peşine eklerdi.
Dert çekmiş, güngörmüş, hayat üniversitesinden mezun bir hali vardı. İşini sağlam yapardı. Daima kaliteli malzeme kullanırdı. Nuri Leflef cilasından kullanmaktan vazgeçmezdi. Sûni boyaları, kışın da yazın da asla kullanmazdı. Her renk için ayrı fırça bulundurmaya özen gösterir, cilalanan ve fırçalan ayakkabıyı boyanın rengine göre orijinal kadife ile parlatmayı ihmal etmezdi. Boya sandığının yanında ayna, tarak, Arko traş sabunu, çatal iğne, tırnak makası, cımbız, çakmak, jop marka jilet gibi eşyaları arz ettiği küçük dört tekerlekli bir tezgâhı da vardı. Asla pazarlık yapmaz, belirlediği fiyat ne ise onu isterdi. Tavırlarında gram değişiklik göremezdiniz. Boyacı Mehmet’i tercih etmesini bütün bunlara borçlu olduğunu düşünürdü. Ayakkabısını boyatırken bir itminan, bir tabiilik hissederdi.
Ayakkabı boyatırken kendine rastlayan öğrencilerin selam verirken “hocam” demelerinden olsa gerek Mehmet de “hocam” diye hitap etmeye başlamıştı. Kurban Bayramından önce yaptıkları teşehhüt miktarı sohbette Boyacı Mehmet’in bayram ziyaretinden önce zengin ailelerin mezarlarının bakımını yaptığını öğrenmişti. Bu da çok hoşuna gitti. Bunları düşünürken devlet bankasının binasının önüne ulaşmıştı. Baktı, boyacı ayakta. Hızlandı. Yanına varınca selam verdi. “Mehmet abi, ayakkabıyı bir boya.” dedi. Boyacı Mehmet, “Kapattım Hocam” dedi. Yüzünde sinir izi yoktu. Vakurdu ama asık suratlı değildi. Elini uzattığı boya sandığını kaldırdı. Yürümeye başladı. Saatin yelkovanı 45’i, akrebi 17’yi gösteriyordu.