İMBİK- Kahire Edim’de Bir Dost

İMBİK- Kahire Edim’de Bir Dost

Çift kuleli minarenin solundan Ezher Cami’nin arkasına doğru yürümeye başladım. Girdiğim sokağın Kahire Edim’in girişi olduğunu, bir gün önce Han Halilî’deki dükkanında bize ikram ettiği naneli çayı yudumlarken, Feyyumlu antikacı İbrahim söylemişti. Kahire Edim’i merak etmiştim. Neden hala “Eski Kahire” deniliyordu? Gerçekten eski olduğu için mi yoksa nostaljik ögeler barındırdığından mı Kahire Edim kullanılıyordu? Zihnimde bu soruların yanına gidip gidip gelen başka bir soru ise, Kahire Edim’deki Türk evlerinin mimarisinin nasıl olduğu idi. Ecdadın yaşadığı bütün evlerin kapılarının üstünde ay yıldız kabartması olduğunu öğrenmiş olmam da gezme merakıma yüksek oranda zam yapıyordu.

Ezher üniversitesinin eski müştemilatından olan küçük küçük dükkanlar şimdi tozlu kitap rafları ile içerden kuşatılmıştı. Mısırlılar görüntüye bizim kadar ehemmiyet vermiyorlar. Rafların üst kısımlarındaki el değmemiş kitapların tozlarını alma zahmetine bile katlanmamışlar. Türkiye’de medyatik hocalarımızın çalışma odalarında gördüğümüz, isimleri ciltler üzerine harf harf yazılarak dizilmiş Arapça kitapları, dükkanların geniş kapılarından seyrede seyrede ilerliyorum. Bir süre sonra kitapçı dükkanları sona erdi.

Daha küçük bir dükkanda sağa sola açılmış ahşap kapı kanatlarının üstünden aşağıya doğru sarkmış el yapımı tel çengellere takılı terlikler, plastik süpürgeler, kapı kanatlarının ortasında birer ikişer ev süpürgesi, süpürgelerin hemen dibinde adeta biz ayrılamayız der gibi duran plastik faraşlar, en kenarlara asılı, üstten kulplu sarı renkli çaydanlıklar, daha aşağıda kapı diplerine dayandırılarak dikine konulmuş mavi, kırmızı renkli küçük naylon leğenler, leğenlerin dibinde bizim tokya dediğimiz yazlık sandallar ve lastik ayakkabıları görünce hemen durdum.

Dükkanın içerisinde aynı eşyalar ve birkaç başka eşya da paketlenmiş halde üst üste atılmıştı. Kapının sağ kanadına doğru kendini vermiş, yetmişlerinde olduğunu tahmin ettiğim adama bakışlarım yoğunlaştı. Adam gözlüklü. Gözlüğün camları mercek gibi kalın. Gözlüğün sol kulağın üstüne gelen kısmı kırıldığından ince beyaz bezle sarılmış. Selam verdim. Önünde el yapımı eski bir sehpa. Sehpanın üzerinde daha ziyade Mısırlı yoksul erkeklerin tiryakisi olduğu, içerisinde %10 oranında nikotin bulunan Kleopatra sigarası. Adam selamımı aldı. İçi izmaritlerle dolmak üzere olan kül tablasına baktım. Dikkatim dağılmasın diye bakışımı adama çevirip hâl hatır sormaya başladım.

Cevap verirken bana bakıyordu. Nerelisin dedi. “Min Türkiya” dedim. Gülümsedi. Keyiflendi. Buyur otur dedi. Termosundan çay doldurduğu bardağı işaret ederek çay içmez misin dedi. Başladık muhabbete. Muhabbeti koyulaştıran neydi? Aynı medeniyetin mensuplarıyız. Modern Kahire’nin kurucusu Kavalalı Mehmet Ali, bir Osmanlı paşası. Müslümanız. Işık Doğu’dan gelir. Tabi ki hepsi de beni adama itiyor. Adı Eymen’miş. Babasından devraldığı küçük dükkânı elli yıldır çalıştırıyormuş. Bu rızık kapısı sayesinde sekiz çocuğundan hayatta kalan, ikisi erkek dördü kız altı çocuk yetiştirmiş. Aileden bir mühendis, bir öğretmen çıkmış. Kızlardan sondan ikinci olanı sınıf öğretmeni olmuş. Altıncı çocuk olan oğlan elektrik mühendisi imiş. Dört kız, ev hanımı. Mahmud ilk çocukları imiş. Şampilyon civarında demir hindi suyu satarmış.

Eymen amcanın öyle bir dili var ki konuştukça konuşasım girmek için zihin kapımın ziline basıyor. Normalde Ammice konuştuğu halde benim için tane tane fusha Arapça konuşmaya gayret etmesi de ayrı bir tatlılık katıyor şivesine. Kendisi ilk okuldan sonra ancak orta okul okuyabilmiş. Derken Cemal Abdülnasır dönemini konuşmaya başladık. O dönemin ırkçı anlayışlarının yanlışlığından bahsetti Eymen Amca. Arapların milliyetçi duygularla birbirine kenetlenmek için yapılan siyasi projelerin hiç birisinin tutmadığını dile getirdi. Araya Türklerin çay sevgisi girdi. Bana, günde kaç bardak çay içersin diye sordu. Ben beş-altı bardak dedim. Yüzünde hayret ifadesi olduğu halde, Türkler bir günde ortalama on beş-yirmi bardak çay içermiş doğru mu dedi. Ben de doğru deyip kafa salladım. Ben, iki Doğulu erkeğin yan yana geldiğinde hemen gündeme gelen çok eşlilik konusunu açtım. Dedi ki; ben bir hanımdan korktum nasıl ikincisini alayım? Eşi de yaşıyormuş.

Tayyip Erdoğan hakkında övgü cümleleri kurdu. Türkiye’nin Müslüman ülkeler için liderlik potansiyelinden konuştuk. Kendisi pek sevmese de Mursi’nin başa geçmesi ile Mısır’ın da lider olma ihtimalinin arttığını itiraf etti. Ama sonra ah çekerek bunun için dokuz dam dolusu ekmek yemek gerektiğini ifade etti. Sebeplerini anlattı. Müslüman ülkelerden bahsettik. Filistin hakkında bildiklerini dinleyince heyecanlandım. İsrail’in kuruluş aşamalarını sordum. Nijer’den, Nijerya’dan Afrika’dan daldık tarih ummanına. Güney Mısır’da etnik bir ırk olarak kendi halinde yaşayan Nubilerden kelam etti. Abdulhamit’in mücadelesini bir kere de Eymen amcadan dinleyince adama hayranlığım arttı. Bilge bir okumamışla karşı karşıya idim.

Elli gün boyunca haftada en az üç gün yanına uğradım. Çayını içtim. O bana sordu. Ben ona daha çok sordum. Taha Hüseyin, Mustafa el-Menfuluti, Ahmet Şevki gibi Arap edebiyatının ulularından sayılan meşhurların eserlerini özetleyecek kadar okumuş olması beni şaşırttı. Necip Mahfuz’u sordum. Pek beğenmiyormuş. Neden dedim. Batılılar herkese babalarının hayrına Nobel ödülü vermez de ondan dedi. Bol bol sohbet ettik. Her ziyaretimden sonra Kahire Edim sokaklarını dolaşmayı adet edindim. Fakir ve kanaatkâr insanlara nazar eylerken her birinin Eymen amcaya benzer nice hikayelere sahip olduğunu düşünmeden edemedim. Bu yüzden Kahire Edim’in dar sokakları ‘Yeni Kahire’nin modern caddelerinden daha cazip gelmişti bana…

***

Aradan yıllar geçti. Ayrıldığımız ilk yıldan itibaren Eymen amca ile irtibatımın kopması beni rahatsız etmişti. Eymen amcanın WhatsApp kullanımına uygun olmayan telefonu, arama imkanımı ortadan kaldırmıştı. Dışarı arama masrafına neden katlanamadığımı kendime sordum. Cevabım, köylülük işte oldu. Zaman zaman hayal ettiğimde yaşının ilerlemiş olduğunu, belki de vefat ettiğini düşünmüştüm. Nasıl oldu ise iki genç arkadaşla Şarm eş-Şeyh havaalanındayız. Yakınlardaki bir kafeteryada kahvaltı yaptık. Eymen amca aklıma geldi. Gençlere bahsettim. Öğleye doğru Sina Yarımadasının güneyinde küçük ve şirin bir sahil şehri olan Dehap’tayız. Felafil yerken sorulara engel olamıyordum: Ne oldu acaba Eymen amcaya? İki çatal kapılı dükkânı duruyor mu?

Aradan on iki yıl geçti. Mursî devrildi; Sisi geldi. Mısır’ın siyasi havası değişti. Sisi zulmü neredeyse unutulmak üzere. Mısır insanı bizdeki kadar İslâmî/dini kalın çizgilere sahip değil. Medyadan öğrendiğimiz kadarı ile İhvan-ı Müslimîn fikri kuluçka döneminde. Ama bütün bunların Eymen amca bakımından zaten bir önemi yoktu. Çünkü askeri de dindar kabul ediyordu. Ne ki doğru söylüyordu. Kahire Müzesinin yakınındaki bir mescitte bir albayın arkasında ikindi namazı kılmıştım. Kendisi dindar olmasına rağmen geçmişin zulümlerine şahit olduğundan olacak İhvan Hareketi’ne tam destek vermiyordu. Laik, seküler, dindar, muhafazakâr çizgileri Mısır halkı arasında belirgin olmadığından ayrışma sadece siyasi görüşlerde oluyordu.

Turistik St. Katerina kasabasında tarihi katedrali ziyaret esnasında Hristiyan turistlere rehberlik yapmakla görevli Gregory ile konuşurken başımı az yukarı çevirince, yine soruların saldırısına uğradım: Eymen amcayı yeniden görebilecek miyim? Termos çayından içebilecek miyim? Süveyş’ten otobüsle geçtik. Altı saat süren uzun yolculuktan sonra Tahrir Meydanı yakınlarında indik. Kiraladığımız dairemize geçtik. Gece dinlendik. Kuşluk vakti Uber’den taksi çağırdık. Han Halîli civarında indik. Sağımıza baktığımızda bütün ihtişamı ile karşımızda duran Mescid-i Hüseyin’i gezdik. Sonra alt geçitten geçip sol taraftaki Ezher Camii’ne girdik. Ezandan sonra öğle namazını cemaatle kılıp Kahire Edim gezisi için çift kuleli minarenin solundan tekrar sola döndük.

Belli etmedim ama bende heyecan artmaya başlamıştı. Çatal kapılı dükkânın önüne gelince az ihtimal verdiğim bir durum ortaya çıktı. Bütün dükkanlar açıktı. Lakin Eymen amcanın dükkânı açık değildi. İçimi hüzün kapladı. Kapının önünde kala kaldım. Arkadaşlarım da bana uydular. Birkaç dakika sağa sola baktıktan sonra biraz ilerdeki yaprağı bol, bizdeki söğüt ağacına benzeyen üç adet çöl ağacının altındaki küçük çay bahçesine doğru yürüdüm. Arkadaşlar da peşimden geldiler. Bir masaya oturduk. Çay bahçesi sahibi sipariş almak için yanımıza geldi.

Daha o ne istiyorsunuz demeden ben ona Seyyid Eymen öldü mü dedim, dükkân neden kapalı diye sordum. Bana baktı. Yok yok, ölmedi; seksen beş yaşlarında, hala diri. Yaşıyor. Yine Kleopatra içiyor mu dedim. Evet dedi. Ama dükkâna çok nadiren gelir. Oğluna devretti dükkânı. Yarım saat önce oğlu dükkâna mal tedariki için Ramses’e gitti. Burada olsaydı konuşabilirdiniz, dedi ve çay getirmeye gitti.

Rahatladım… Biraz sükûnetten sonra çayımı her yudumladığımda ohh elhamdülillah demekten kendimi alamıyordum.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.