İMBİK- İnkâr Mantığı

İlahi dinlerin ana teması, tek Allah inancı ve ahirete imandır.
İlk sahifelerden Kur’an-ı Kerim’e kadar bütün kutsal kitaplar, ana düşünce olarak Allah’ın birliği ve ahiret inancını insanlığa telkîn etmişlerdir.
Peygamberlerin temel uğraşı da tevhit esasını anlatmak ve yaymak olmuştur.
Bildiğimiz diğer iman esasları ise önemine binaen bu iki iman maddesinden sonra sıralanırlar.
Tarihe, inkârcılığı ile nam salan meşhur müstekbirler, öncelikle Allah’ın vahdaniyetini anlamakta zorlanmışlardır.
Belki de insanlara hükmetmeyen, dünya işlerine karışmayan bir “tanrı” tasavvur ettikleri için vahyin hakikatlerini kabullenememişlerdir.
Çünkü böyle bir “tanrı” anlayışı her zaman işlerine geliyordu.
Zarar vermeyen, hesap sormayan bir ilah sayesinde insanları sömürebilme ve nefislerine tam itaat etme özgürlüğünü elde etmiş oluyorlardı.
Şeddat’tan Nemrut’a, Firavun’dan Ebu Leheb’e kadar gelmiş geçmiş bütün inkârcı liderler aynı zamanda dünyaya hükmetmek istedikleri için Allah’a teslim olamadılar.
Onlar, inanmayarak köşelerine çekilmekle kalmayıp, rablik iddiasında da bulunmuşlardır.
“Rab”, sahip olan, karar veren, rızık veren, yöneten, ibadet olunan, terbiye eden anlamlarına gelen bir kavramdır.
Kitabımızdaki ilk sûre ile birlikte “Rab” ile tanışırız.
Kur’an’ın Göndericisi, sonraki ayetlerde, rabliğin kendisine has olduğunu, yine “Rab” kelimesi dolayımında defalarca bizlere anlatır.
Kur’an, Allah’a rağmen rablik iddia etmeyi, şirk (Allah’a ortak koşma) addeder.
Şirk ise, en büyük günahtır.
Kendi rabliğini iddia ederek, Allah’a ortak koşanların en önemli hedefleri, dünya yüzeyinde yönetmek istedikleri insanlara mutlak manada hâkim olabilmektir.
Bu sebeple Allah’a kul olanlara zulmetmeyi tercih etmişlerdir.
Onlar, bu tavırları ile kendilerine ortak kabul etmek istemediklerini izhar etmiş oluyorlardı.
Oysa kendileri basit mahlûklar oldukları halde, ortak kabul etmezken; Hâlık nasıl ortak kabul edebilir ki?
Resmen rab olduğunu iddia edenlerin diğer özellikleri ahireti reddediyor olmaları idi.
Ahiret uykudan uyanmaktır…
Ahiret hesap vermektir. Ödül demektir… Ceza demektir…
İnsanın kendisi ile yüzleşmesidir, ahiret.
Mazlumun ahının yankılanıp cevap bulduğu yerdir.
Zalimin nedametinin faydasız olduğu mekândır ahiret…
Ahiret, dönüşü olmayan başlangıçtır.
Ebedî hayattır ahiret…
Öte dünyaya inanmayanların mantık arka planında iki gerekçe olabilir.
Birincisi korku…
İkincisi gaflet…
Korkusu olanlar haklıdır: Bu dünyada hayvanlar gibi yaşamak için gerekli her türlü zevki ve tatmini elde edebilmek maksadı ile kötülük yapmaktan geri kalmamışlardır.
Yapılan her kötülüğün ödenecek bir bedeli olduğu hakikati de ortadadır.
Bu bedeli ödemek babayiğitlik ister.
Ayrıca Allah’ın huzuruna çıkabilecek yüzlerinin olmayışı gerçeği, yüzlerini ekşitir.
Dünyada hesap vermeye alışık olmadıkları, buna karşılık öbür âlemde hesap verecek olmaları içlerini acıtır.
Başta, Rabbini tanımayarak kendine ve diğer varlıklara zulmetmekten çekinmeyen insancıklar, elbette bu hakikatlerin gerçekleşeceğini biliyorlardı.
Bildikleri halde inanmadılar.
İnanmanın peşinden gelecek sonuçlara razı olamazlardı.
Hiç olmazsa reddederek kendilerini teselli etmeyi denediler.
Bu, kendilerine göre mantıklı idi.
Böylesi bir mantık onlara inkâr cesareti sağlıyordu.
Deli bir cesaret alıp götürdü onları ahirete.
Diğer taraftan ahiret anlayışını tam olarak kavrayamayanların cehaleti de sorguya çekilmeyecek anlamına gelmez.
Kendilerine peygamberler gönderilmesi, mazeretlerini yok ediyor.
Kutsal kitapların haberlerine kulak vermediler, ancak hesaba çekileceklerini bilebilmeleri için gerekli her türlü donanıma sahiptiler.
İmkânlarını ve özelliklerini kullanmayı beceremediler.
Onun yerine nefislerinden gelen isteklere cevap vermeye yeltendiler.
Ahireti hesaba katmadılar, tanımak, öğrenmek için gayret etmediler.
Bu sebeple günah işlediler, zulmettiler, zulme uğradılar…
Ama şunu unuttular: Bilmemek ayıp değil; öğrenmemek ayıp!
İnkâr mantığı işte, unutturur!