İMBİK- Hikaye

İMBİK- Hikaye

Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir

On altı saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu yapılan basın açıklanmasında yine zehir zemberek mesajlar verilmişti. Bin yıldır toplumun sahiplendiği değerlere küfredilmişti. Şeriata yine ta’n edilmiş, dindarlar irticacı olarak nitelenmiş, başörtüsü aşağılanmış, imam-hatip okullarına bir kez daha marjinal damgası vurulmuştu. Günün akşamında insanların büyük bir kısmı stresle yatağına girmiş ve huzursuz bir uyku sürecini atlatabilmek için çaba harcamıştı.

Necati, medya aracılığı ile memleketin sathı mailine yayılan ayrıksı düşünceleri anlamlandırmakta zorlanıyordu. Yüzyıllar boyu müslümanca yaşayan bu milletin içinden kendi asli değerlerine sırt çeviren fertler zuhur etmişti. Son zamanlarda İslâm düşmanlığını egemen kılma hevesi, türedi bir anlayış olarak kendini hissettiriyordu. Bu etkilerle ülkenin en önemli dini eğitim kurumları olan İmam-hatip okulları ile halkın arası suni gerekçelerle açılmaya çalışılıyordu. Sahi, mensubu olduğu ve öğretmen olarak hizmet vermeye çalıştığı bu kurumların kaderi neden böyle olmuştu?

Bu okullar mevcut sistemin laikleşme projesinin bir parçası olmasına rağmen, devletin gözünde kurulduğundan beri diğer okullara nazaran üvey evlat muamelesi görmekten bir türlü kurtulamamıştı. İşte bir takım siyasi çekişmelerin kurbanı yine bu okullar olmuştu. Sınavlardaki üniversiteye giriş katsayıları yeniden düzenlenmişti. İmam-hatip liseleri ve meslek lisesi dışındaki bütün okulların öğrencilerinin üniversiteye girmek için daha az soru yapmaları gerekirken; devletin hor gördüğü ve dışlayıcı vasıflarla vasıflandırdığı İmam-hatip liseli öğrenciler daha fazla soru yapmak zorunda kalıyordu. Bu haksızlık, dünya görüşü ne olursa olsun kamuoyu tarafından yadırganıyordu. Ancak kimi fanatik gruplar sırf dindarlara düşmanlıklarından dolayı bu zulmü savunabiliyordu. Bu düşüncelerle Ersen hocanın evine ulaştı. Arabadan indi, zile bastı. Ersen hoca megafondan cevap verdi:

-‘’Hemen iniyorum Necati Hocam.’’ Ersen hoca arabaya bindikten sonra Ali Bey’in evine yöneldiler.

Ali: ‘’Selamün aleyküm arkadaşlar. Hayırlı sabahlar. Bu gün inşallah bereketli bir gün olur.’’

Ersen: ‘’İnşallah Ali kardeşim, beş altı köy ziyaret edebiliriz. Yolumuzdaki en uzak köy otuz kilometre.’’

Necati: ‘’Evet evet, belki yedi sekiz köy bile dolaşabiliriz. Ersen ağabey, gideceğimiz en uzak köy, Çağlayan köyü. En uzaktan başlayalım akşama kadar ne kadar köy dolaşabilirsek… Ne dersin?’’

Ersen: ‘’Tabi tabi, münasip.’’

Yola revan oldular. Şehir merkezinden çıkıncaya kadar son Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonuçlarını değerlendirdiler. Bir ara çevreyle ilgili sohbete daldılar. Hasat zamanı yaklaşan buğday tarlalarının oluşturduğu sapsarı bereket denizi, içlerine çöreklenmiş karamsarlığı bir nebze olsun dağıtıyordu. Bozkırın sarı denizinde tek tük varlığını koruyan alıç ağaçları, açık yeşil rengi ile arada sırada göze çarpan ahlatlar arabanın süratiyle adeta filmlerdeki hızlı çekimler gibi bir görüntü eşliğinde her şeyin bir istisnası olduğu gerçeğini zihinlere nakşediyordu.

Yarım saat yolculuktan sonra Çağlayan köyü levhası göründü. Köy yoluna girdiler. Fazla zaman geçmeden düz bir araziye kurulmuş Çağlayan köyünün evleri belirginleşti. Köyün girişinde eşeğinin üstünde sigarasını tüttürerek aheste aheste kendilerine doğru gelmekte olan köylü vatandaşın hizasında Necati arabayı durdurdu. Camı açtı. Selam verdi ve:

‘’Amca hayırlı günler… Köyün imamını nasıl bulabiliriz?’’ dedi.

Köylü: ‘’Aleyküm selam. Köyün imamı mı dedin! Valla ne desem yalan olur. Nerededir bilmiyorum! Amma olsa olsa şehirde olur.’’ diye cevap verdi.

Üçü de bu cevaba şaşırdı.

Necati: ‘’Peki amca, sağ ol! Ha! Peki, muhtar köyde mi?’’

Vatandaş: ‘’Evet evet, muhtar Hacıbektaş’tan dün geldi. Evi de ilkokulun hemen karşısında. Evinin önünde büyükçe bir söğüt ağacı var.’’ dedi.

Necati tekrar teşekkür etti. Köyün içlerine doğru arabasını sürdü. Bu arada üçü de ilk cevabın verdiği şaşkınlığı üzerlerinden atmaya başlamışlardı. Köylünün, imamın nerede olduğunu bilmemesi, imamın köyde değil şehirde olma ihtimali, muhtarın Hacıbektaş’tan gelmiş olması her şeyi ayan beyan ortaya koyuyordu. Evet, bu köy bir alevi köyü idi. Kafaları iyice karıştı.

Ersen: ‘’Necati hocam sağa çek de bir istişare edelim.’’ dedi. Araba durunca söze devam etti:

‘’Arkadaşlar anlaşılan bu köy alevi köyü. Minare yok. Cami de gözükmüyor. Köylü vatandaşın söyledikleri de ortada. Ne yapalım?’’

Ali: “Kesinlikle geri dönelim. Memlekette dindarlara karşı sert tavırların ayyuka çıktığı bir dönemde biz alevi bir vatandaşa derdimizi anlatamayız.’’

Necati: ‘’Dostlarım, benim Alevilerle şöyle ya da böyle bir teşrik-i mesaim olmadı. Şimdiye kadar köylerine de uğramadım. Belki bir iki esnafla selamlaşmışızdır. Keşke böyle olmasaydı. Belki sizde de durum böyledir.

İkisi de cevap verdi: “Evet evet, bizde de aynı.’’

Necati devam etti: “Ancak ben derim ki gidelim muhtarla tanışalım, meramımızı anlatalım. Bizi kovacak değil ya! Dahası kovsa da gam yemeyiz.’’

Bu fikir hepsine cılız da olsa bir cesaret verdi. Riskli olmasına rağmen katlanmaya değer buldular. Muhtarın evine yöneldiler. Kolayca evi buldular. Söğüt ağacının altında kasketli biri, şalvarlı allı yeşilli köylü kıyafeti belirgin bir hanım efendi ile masanın karşılıklı taraflarına oturmuş kahvaltı ediyordu. Arabayı görünce dikkat kesildiler. Kadın kalktı avlunun ev tarafına doğru yürüdü.

Ersen Bey, yaklaşırken gür bir sesle selam verdi. Muhtar selamını aldı ve onları sofraya buyur etti. Kızına ünledi ve iki tane daha sandalye getirmesini söyledi. Sandalyeler gelince oturdular. Kahvaltı etmelerini teklif etti. Üçü de kahvaltı yaptıklarını söyledi. Muhtar hepsine çay doldurdu. Çaylarını yudumlamaya başladılar.

Başlangıçta sağdan soldan, Hacıbektaş-ı Veli’den bahsettiler. Ersen Bey asıl görevi kendisinin üstlendiği bilinci ile mevzuyu açmaya başladı. Lakin çekingenliğini bir türlü atamamıştı. Karşısında yıllardır yabancısı olduğu bir düşüncenin mensubu vardı. Bu kişi sıradan biri de değildi. Düşüncesinin savunucusu olduğu belli idi. Hacıbektaş-ı Veli’yi anma törenlerinde olanları gözünün önünden geçirdiğinde iyice heyecanlandı. Oraya her düşünceden siyasetçi gidemiyordu. Kazara anma törenlerine farklı düşünceden biri katılırsa ya taşlanıyor ya da resmen kovuluyordu. Sanki bu belde birilerinin kurtarılmış bölgesi idi. Bu düşünceler cesaretini iyice tüketti. Konuya direk giremedi:

‘’Sayın muhtarım. Biz şehirden geliyoruz. Okulumuzun devlet parasız yatılısı var. Köylerden fakir, kimsesiz, okumaya gücü olmayan öğrencileri tespit edip lisemize kayıt yaptırmalarını sağlıyoruz. Onlara devlet yiyecek içecek, kıyafet veriyor. Dört sene okutuyor. Senin anlayacağın her şey devletten. Bu gün ilk olarak da sizin köye geldik.’’ dedi.

Muhtar: ‘’Ooo… Çok kutsal bir iş yapıyorsunuz. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.’ Tabi ki köylerimizde de cehalet kalmamalı. Fakirin, fukaranın yavruları da okumalı. Devlete millete faydalı olmalı.’’ diye cevap verdi.

Ersen Hocayı cesaretlendi:

‘’Okulumuz İmam-Hatip Lisesi. Okulumuzda hem müspet bilimler hem de dini ilimler okutulur. İmam da yetiştirir, öğretmen de mühendis de çıkar bu okullardan. Bizim öğrencilerimiz güzel ahlakı temsil eder. Mesela bizim okullarımızdan hiçbir zaman terörist çıkmamıştır.’’ cümlelerini telaffuz etti.

Bu konuşma hocaların üçünü de rahatlatmıştı. Ancak muhtarın ne diyeceğini de merak ediyorlardı. Muhtar biraz düşündü. Arkasına yaslandı, gülümseyerek:

‘’Olsun hocam, İmam-Hatip olsun. Bak bu sene cenab-ı Allah arpayı-buğdayı kıt verdi. Verim az. Oraya da öğrenci göndeririz, ne olacak yani.’’ dedi.

Bu cevap herkesin hoşuna gitmişti, gerginlik ve stres dağlara doğru uçup dağılmıştı.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.